BOŞA DEVAM (SERİ ÖYKÜ)
Sevgili Mahmut Derviş olmayı dilerdim. Dünyanın bir köşesinde, sevdiğim kadınlara
şiirler yazmayı isterdim. Yazdım da! Ama bunun Sevgili Mahmut Derviş’in işi
olduğunu anlamam geç olmadı. Ben ise kısa süre sonra yolumu buldum. Sevdiğim
kadınlara filmler yazacaktım. Bazen ilk aşık olduğum kadınla sondan bir önce aşık
olduğum kadını, bir bekleme odasında aynı adamı beklediklerini bilmeden
bekletecektim. Öylece bekleyeceklerdi. Oturmaktan yorulana kadar bekleyeceklerdi.
Sonra ilk aşık olduğum kadın dayanamayacak ve kalkıp kapı önüne kadar
yürüyecekti. Tam çıkacakken sondan bir önce aşık olduğum kadına bir bakış
atacaktı. Bu andan sonra ne yazacağımı bilmeyecektim. Belki o an iki kadını
birbirlerine aşık edecek ve bir bekleme odasında aynı adamı beklediklerini bilmeden
çılgınlar gibi seviştirecektim. Sonra da kadrajdan çıkıp gideceklerdi. Kim bilir filmin
sonunu bağlayamayınca iki kadını kavgaya tutuşturacaktım. Kadın kavgaları iyi
oluyordu. Kadınların asaletini bozan bir şeydi kavga. Seyirciye beklenmeyeni
sunmaktı. Filmimin içinde duymak istediklerimi onlara söyletecek, zamanında
söyleyemediklerimi onlara söyleyecektim. Beni sevmeyen kadınları yakışıklı baş
karaktere aşık edecek sonra da yakışıklı baş karakterin onlara rest çekmesini
sağlayacaktım. Ben yazarken mutlu olacaktım, benim gibiler izlerken. Bazen
sinirlenecek ve beni aldattığını düşündüğüm kadınları kötü yola sürükleyecektim. En
sonunda da onu yazmaya yeltenecektim. Bir peri masalında, gökyüzüne özlemle
bakan bir peri olacaktı. Herkes kendi dünyasını yaşarken ben de onunla kendi
dünyamı yaşayacaktım. Ve tabi ki de yazdıklarım para etmeyecek, çektiğim filmlere
kimse gitmeyecekti. Ben de tıpkı Raskolnikov gibi ev sahibime gözükmemek için
evden çıkarken parmak uçlarımda yürüyecektim. Bir sabah kapı sesine uyanacak,
kapıyı açacaktım. Ev sahibimin tüm hakaretlerini dinleyip tek kelime etmeden kapıyı
kapatacak, doğruca güneş görmeyen odama yönelecek, sandalyeye bu sefer
oturmayıp üzerine çıkacaktım. Değersiz başımı boğumdan içeri sokacak ve
sandalyeyi itmeden hemen önce yüzümü yıkamadığımı hatırlayacaktım. Her şeyin
anlamsızlığını tekrar içimde kavrayınca sandalyeyi itecektim. O an ayaklarımın
dibindeki sonsuz boşluğu hissedecek ve son kez derin bir nefes almaya çalışacaktım
ama istediğim o derin nefesi bir türlü alamayacak, gözlerim açık, bu dünyadan
gidecektim.
Aslında, sadece birkaç saniyeliğine gittiğimi zannedecektim. Halen az da olsa nefes
alabiliyor olmam yaşıyor olduğumun göstergesi olacaktı. İşte, o andan sonra ölüp
ölmediğimi bir türlü anlayamayacaktım. Çünkü o an; kapı çalacak, kendimi astığım ip
kopacak ve odanın ortasına düşecektim. Yerde biraz kıvrandıktan sonra kapıyı
açmak için odadan çıkacak ve kapıyı kapatacaktım. Benden bir parçanın o odada
halen can çekiştiğini hissede hissede evin kapısını açmaya gidecektim. Narin
ayaklarında küçük, deri sandaletleri; hemen üstünde boylu boyunca uzanan ve tüm saflığıyla bir gölü andıran, arada küçük dalgacıklar yapan uzun, fuşya rengindeki
eteği; onun da üstünde bedenine tam oturduğu her halinden anlaşılan, eteği gibi
sade ama şık siyah bluzu ile güzel bir kız duracaktı. Yanaklarını okşayan bukleleri
arada bluzunu yoklayarak öylece sallanacaklardı. Bir elinde adını o an göremediğim
ama kalın olan bir kitap, diğer elinde aile yadigârı olduğu ve yanına almak zorunda
kaldığı belli olan eski püskü hırkası bu güzel kızın sadece küçük bir tasviri olacaktı.
Her haliyle bir meleğin timsali olan bu dilberin yüzüne baktığımda ağlıyor olduğunu
görecektim. O, her ne kadar o an ağlıyor olsa da ben onun karşımda kahve içerken
ne kadar güzel gülümseyebildiğini hayal edecektim. Bu dilberi buraya kimin getirdiğini
anlamak için düşünürken birden saçlarının arasından bir kelebeğin çıkıp usul usul
eve girdiğini görecek ve bu güzel kızın doğru adrese geldiğini anlayacaktım. Bu kız
bana o kadar yakın gelecekti ki hayatımda en az bir sefer de olsa tanıştığımızı
hissederek adını bile sormaya çekinecektim. Ben bunları yaşarken, diğer odada bir
parçam halen can çekişiyor olacaktı. Bunu tüm benliğimle hissetsem de bir türlü o
odaya giremeyecektim. Her geçen gün bu güzel kıza daha çok bağlanacak, evin
penceresinde beslediği ve çok sevdiği kediyi sırf o daha mutlu olsun diye, korkmama
rağmen eve alacaktım. Kediyi eve aldığımız gün evde bir koku yayılmaya
başlayacaktı. Diğer odadaki parçam belki korkudan belki ecelden ölmüş olacaktı…
Kediye, isim bulmakta zorlanacak ve geldiği gün elindeki kitaptan esinlendiğimiz
‘karenin’ ismini verecektik… Bir gün pencereye nazır oturup bir yandan dışardaki
yağmuru seyredip diğer yandan o güzel saçlarını okşayacak ve bu güzel kızın nasıl
benim gibi yağmuru, kelebekleri, yürümeyi, müziği, kitapları, filmleri… sevdiğini
düşünecektim. Düşüncelerim yavaş yavaş değişecek, bir noktada istemsizce “Neden
ben?” diye soracaktım. Soruyu ona mı, kendime mi, tanrıya mı sorduğumu
anlamadan o, soruyu üstüne alacak ve önce dizlerimin dibinden kalkacak sonra
kapıya doğru gidecek, Karenin’i ve kitabını alıp bana “Neden sen biliyor musun?
Sana gelmemin tek sebebi o dergide kullandığın mahlastı. Dalgacı Mahmut
mahlasını görünce bir an gerçekten gökyüzünü boyayabilecek birinin olabileceğine
inandım, halen de yapabileceğine inanıyorum ama lanet olsun ki sen kendini hiçbir
şeye layık görmeyince, korkunca hiçbir şey olmuyor. Şu dünyaya kaç kere geleceğini
zannediyorsun. Bana gelip geçmişten, yapamayacaklarından, saçmalıklardan
bahsetme! Dalgacı Mahmut; söyle bana, insan neden kendini sevmez ki?” deyip
gidecekti. Ben gerçeklerin yüzüme vurulmasıyla bir süre öylece kalakalacaktım.
Kendime gelince bağırmaya, çırpınmaya, ağlamaya başlayacaktım. Bir noktadan
sonra olanları idrak edecek, çoktan gittiğini bile bile onun peşinden evden çıkacaktım.
Kendime geldiğimde deniz kıyısında olduğumu görecek ve bakmadığım tek yerin
deniz olduğunu anlayıp tüm gücümle denize atlayacaktım. Henüz suyu tenimde
hissetmeden yüzme bilmediğimi hatırlayacak ve buna hiç aldırış etmeden her saniye
suyun derinliklerine doğru ilerleyecektim. Bir süre sonra gözlerim kararmaya
başlayacak ve o an sadece birazdan ölecek olanın hangi ben olduğunu
düşünecektim. İyice kendimden geçmişken birden bir şeye takılacak ve az da olsa
kendime gelecektim. O an bir ben’in suyun derinliklerine gittiğini görecektim. Bir diğer
ben’im ise takıldığı yerde az da olsa çırpınacak ve her geçen saniye gözlerim gitgide
kararacaktı.
Gözlerimi açtığım o an, ölebilecek tüm benlerimin bir bir öldüğünü içimde hissedecek
ve artık bana ait olduğundan şüphe duyduğum bir bedenle yaşamaya başlayacaktım.
Hastane koridorları bir yandan bana yaşam verirken bir yandan misliyle yaşam
alacaktı.
Gelecek olan tüm gelecekler içerisinde en güzel geleceğin hangisi olacağını
düşünmeye başlayacak ve artık kendimi; an an farklı kişiliklerde görmeye
başlayacaktım. Mesela ilk olarak hayalleri sürüncemede bir karakter olacaktım. Bazı
zamanlar bir kafede garsonluk eden biri gibi gözükecektim hastane koridorlarında…
Sakallarım, her yeni karakterimde karaktere uygun şekil alacaktı. Garsonken top
sakallı dolaşacaktım, kitap satarken sinekkaydı tıraşımla hasta ziyaretine gelen
insanları karşılayıp, hayatımı bu hale getiren kitapları tanıtacaktım. Kitapları almaları
için onlara yalvaracaktım. Bazı kitapların ne anlatıldığı sorulunca öylece susacak,
gözlerinin içine bakacak, elimde olmadan gözlerim dolacaktı ve onlar gözlerimde
kitabın konusunu değil bana hissettirdiği duyguya şaşıp kalacak ardından hemen
kitabı satın alacaklardı. En güzeli ise kapıda bekleyen karakterim olacaktı. Onun
sakalları istediği gibi olabilecekti. O, içerisinde değerli şeyler olan bir kapıda bekliyor
olacaktı. Mesela ameliyathane kapısı olacaktı bu kapı! Her bekleyişte içerdeki
hastanın sayemde kurtulacağını düşünecek ve ameliyat saati başladıktan sonra içeri
kimseyi almayacaktım… En kötüsü ise takım elbise giyip, sinekkaydı tıraş olduğum
karakterim olacaktı. Ne ben ne de hastanede beni gören kimse bu karakterimi
sevecekti. Bu karakteri içimde hisseder hissetmez ölmek için fırsat kollayacaktım. Bir
defasında takım elbisemle kendimi asmaya yeltenecek ama hasta bakıcının dikkati
sayesinde ölüm kursağımda kalacaktı. Bazı günler, özellikle ilaçların etkisini
damarlarımda akan kanımdan daha fazla hissettiğimde karakterimin değiştiğini
hissedecektim. İlaçlar benden onlarca karakter yaratacaktı. Sıradaki ilacın hangisi
olduğunu bilmediğim için yeni karakterimi de hiçbir zaman bilemeyecektim…
Neredeyse tüm yaşamlarımın tükendiğini hissettiğim bir akşam vakti, elimde olmadan
kısa süre nefes almada zorlanacak ve o an ölürsem yaşadığım süre zarfında en çok
neyi merak ettiğimi düşünecektim.
Kendime geldiğimde yine aynı odada ama bu sefer düşündüğüm şeyi bulmuş bir
halde uyanacaktım. Hemşireden kalem kâğıt rica edecek, hiçbir zaman kim olduğunu
bilemeyeceğim o kadına, bana ilk âşık olan kadına, bir mektup yazacaktım…
Günler, belki de benim fark edemediğim aylar geçecekti ve ben her geçen saniye
bildiğim tüm kelimeler içinde boğulup, bana ilk âşık olan kadına tek cümle dahi
yazamayacaktım. Önceleri saçlarını hayal edecektim. Saçları bazen kıvırcık bazen
düz olacaktı ama her iki şekilde de saçları kısa olacaktı. Bazen gözlerinin maviliğinde
Orhan Veli şiirlerindeki maviliği görecek, gülüşünü yazmaya çalışırken çeşitli doğa
olaylarından benzetmeler yapacaktım. Ama güneşin artık bu sefer doğmayacağına
inandığım günün o sessiz saatinde ne idüğü belirsiz bir şairin lafı aklıma gelecek ve o
laflar her saniye beynimi kemirmeye başlayacaktı. Gözyaşlarım beynimin içine
damlıyor gibi olacaktı. Bu acı bana yetmezken, şairin adını hiçbir zaman
hatırlamayacak ama dedikleri zihnimin her köşesine kazılmış olacaktı. Şaire göre
beğendiğim bedenlere hayalimdeki ruhu koyup buna âşık olduğumu sanıyor
olacaktım. Dedikleri yüzünden daha önce okuduğum tüm kitapları, ezberlediğim
şiirleri inandığım tüm aşkları, sevdiğimi sandığım tüm kadınları bir bir zihnimden
silmek için çabalayacaktım. Sanki zihnimi boşaltırsam kimsenin etkisi altında
kalmadan belki de bana ilk âşık olan kadını bulabilecektim. Bu kadının belki de
okuduğum roman karakterlerinin ölü bedenlerinin altında kalmış olma ihtimalini
düşünecek ve bu kadar karamsar kitaplar okumuş olduğum için kendimi
affetmeyecektim. Asla pes etmeyecek ve bir sabah uyandığımı sandığım bir anda,
zihnimde sadece kendim olduğunu, benim dışımda hiç kimsenin var olmadığını
görecektim. Zaman ilerleyecek önce zihin bahçelerimi görecektim. Zihin
bahçelerimde gezinecek, zil zurna sarhoş olacak ve sarhoşken dünyanın döndüğünü,
gözlerimi düzenli olarak kapatıp açtığımı anlayacaktım. Bu halim tüm sorunlarımın
çözümü gibi gelecekti. Zamanla kendimle konuşmaya başlayacaktım. Bir zaman
sonra kendimle konuşmalarımda diğer benlerimin de öldürdüğümü fark edecek,
onlara her saniye özlem duyacaktım. Varlığımdan şüphe edecek ve kendi varlığım
için yeni karakterler yaratacaktım. Zihin bahçemi inşa etmem gerekecek ancak
gerçek dünyaya dair hiçbir şey anımsamayacaktım. Varlığım ve zihnim, içinde
bulunduğum iki metrekare kadar olacaktı. Defalarca hastaneden kaçma planları
yapacak ama bunu asla başaramayacaktım. Zaman ilerledikçe istesem de rüya
göremeyecek, zihin bahçelerimde her şeyin kurumaya yüz tuttuğu yüzyıllar
geçirecektim.
Bir sabah her zamankinden farklı bir hisle uyanacak tüm sorularımın cevaplarını
bulmuş olacaktım… O an itibariyle, aslında ne bana ilk âşık olan bir kadın var olacaktı
ne de benim ilk âşık olduğum kadın… Birçok şeyin benim elimde olamayacağını
kavrayacak, nefes aldığım her an bana âşık olacak ya da benim âşık olacağım bir
kadının varlığına inanarak artık düzenli nefes almaya başlayacaktım. Yeniden hayata
dönmeme sebep olacak o kadınla tanışmama işte o an düzenli nefes almaya
başlamam vesile olacaktı.
başka mecra çetin atdemir edebiyat öykü
Last modified: Temmuz 5, 2020