Bir gün mutfakta çay suyu koyarken şöyle bir şey düşündüm, “Söylediklerimin arkasında dururum” diyen biri, gerçekten de söylediklerinin arkasına durur mu? Sonra cevapladım, hayır! durmak zorunda değil. Çünkü “Söylediklerimin arkasında durmam.” diyen biri daha sonra pekala “Söylediklerimin arkasında dururum.” da diyebilir ve ona neden söylediklerinin arkasında durmadın diyemeyiz. Evet, tam olarak böyle düşündüm. Sonra salona gittim ve Nalan! dedim, “Söylediklerinin arkasında durur musun?”
Nalan demiştim, söylediklerinin arkasında durur musun? Nalan ilk başta hiçbir anlam veremediği cümleme, daha sonrasında hiç bozuntuya vermeden ve kafasını televizyondan bile ayırmadan “Evet, dururum muhtemelen.” diye yanıt vermişti. Hey gidi günler hey.
Şimdi durup dururken bu muhabbet nereden aklıma geldi bilmiyorum ama ne zaman sivri bir diken batmış lastik gelse önüme, beni öylece geçmişime götürür ve ben kafamın içindeki her yeri yamalı şambriyelimi okşayıp, tamam derim dostum, tamam, geçti. E burada da bilenler bilir, her yer ot, diken, çalı. Tamam derim, geçti derim ama bir şey yok demekle var demek arasında hiçbir fark olmadığını pekala iyi bilenlerdenim.
Nalan’ın çok sıradan bir soru olarak düşündüğü ve vermesi gereken cevabı verdiğini düşündüğü bu soru, sonrasında beni buralara kadar sürükledi. Bir virüs gibi, bütün cevapları anlamsızlaştırarak varlığımı bir toz parçası gibi yıllarca bir o tarafa, bir bu tarafa sürükledi. Artık hiçbir şeye, hiç kimseye güvenemez olmuştum çünkü beyanın hiçbir önemi kalmamıştı. Yeminlerin hiçbir önemi kalmamıştı, bakmayın bu satırlara yazıldığına, hiçbir kelimenin bile artık önemi kalmamıştı.
Nalan eğer bir önceki gün Hacer Hanımlara çaya gittiğinde “Ben söylediklerimin arkasında durmam hanımlar!” dediyse, ertesi gün benim soruma vermiş olduğu yanıt kendisinde hiçbir ahlaki çatışmaya sebep olmayacaktı. O zaman berberim Cemil de bir gün –dükkan tıka basa doluyken hem de- “Mustafaryancım hoşgelmişsin, safa gelmişsin ancak ben berber değilim dişhekimiyim, yanlış geldin herhalde, he? Ehehehe!” diyebilirdi. O zaman, o zaman dünyalar tatlısı köpeğim Kavun’un da miyavlamaması için hiçbir sebep yoktu! Hiç kimse sözünde durmayabilirdi artık! Bunu çok ama çok iyi anlamıştım.
Zaten benim başıma ne geldiyse ya çay suyu koyarken, ya yürüyüş yaparken ya da ne bileyim fasülye falan ayıklarken gelmiştir hep. En savunmasız anlarımda freni patladı düşünce trenlerimin, en sivri -bu tekerleklere batan cinsten, benim kafamdaki yaralı şambriyelimin de sorumluları- kararları hep böyle zamanlarda almışımdır.
-Sevgili dostum senin borcun 20 lira, sen de 5 lira, BEŞ, BEŞ! versen yeter.
-Buyur abi.
-Oh five, okay. Thank you!
-İyi yolculuklar, dikenlere dikkat edin gençler, DİKEN DİKEN, neyse sen anlatırsın buna. Hadi eyvallah!
Burada mutluyum. Öyle çok bir şeyler kazandığım söylenemez ama zaten pederden kalanlar benim torunlara bile yetecek cinsten. Bisiklet tamirciliğini ise ben seçmedim, adeta kaderim böyle şekillendi. Sakat bir bisikletle kendimi yollara vurduktan sonra bisiklet tamirinin bütün inceliklerini öğrendim. Zaten bir de devir öyle ki, internette vidyo izleyerek ev bile yapıyor millet, bisiklet tamiri ne ki.
Neyse işte kendimi yollara atışımın, ki ben buna yuvarlanmak diye bir isim taktım, yuvarlanışımın dördüncü yılında tamam dedim, artık biraz dinlenmenin vakti geldi. İşte bu küçük bisikletçi dükkanını da o zaman açtım. Küçük dediğime de bakmayın, malzemeler falan bayağı bir para çıktı yine cebimden ama, pişman mıyım, değilim herhalde.
Biliyorum, çıkmaz sokaklardan bile gerisin geri dönüp çıkılabilir. Ancak ben, benim eski hanımın, berberin ve köpeğin ve hatta bütün insanlığın düştüğü hataya düşmemek için içeri giren müşteriye ilk önce kendimi tanıtırım. Bunun için dükkan kapısının dış kısmına (bu hizalar için iki hafta düşündükten sonra) 1.60 ve 1.80 metre yüksekliklerde iki ayrı tanıtım yazısı astım. İki yazı da aynı, kimsenin gözünden kaçsın istemedim. Ancak hala tanıtım yazısını okumadan dükkana giren müşteriler de olmuyor değil. Herkesin sorumluluğunu da ben üstlenemem ya!
Tanıtım yazım ise merak etmeyin çok uzun değil;
BU YAZIYI OKUMADAN DÜKKANA GİREYİM DEMEYİN.
Benim adım Mustafaryan. Günlerden Pazar olunca gökyüzündeki anlam verilemez hüzünden almış olmam lazım adımı.
Her insanın bu hayatta bir amacı olduğuna inanıyorum. Her hayvanın, hayatta bir amacı olan bu insanlara, amaç mamaç olmadan da bal gibi yaşanabildiğini göstermeye çalıştığına inanıyorum. Her bitkinin bir şeyler göstermeye çalışmadan da yaşanabildiğini hayvanlara ve insanlara göstermeye çalıştığına inanıyorum. Bu yüzden de inançlarım doğrultusunda yaşamıyorum.
Ağaçların nasıl bu kadar uzayabildiklerine, böceklerin nasıl bu kadar hızlı hareket edebildiklerine dair birtakım fikirlere sahibim ancak bir ağaç kadar uzayamıyor, bir böcek kadar hızlı hareket edemiyorum.
Eskiden olsa şöyle derdim, hepinizi seviyorum!
Bu dükkanda size bisiklet tamiri hizmeti vereceğim. Asla ve asla bisiklet tamiri hizmeti vermediğimi ima edebilecek tek bir söz bile söylemeyeceğim.
Bu tanıtım yazısı benim bizzat kendimin, size vereceğim hizmetin garantisidir. Güncelde sözümün arkasında durup durmadığımı anlayabilmeniz için ise şu cümlelerle benden onay almanız gerekmektedir: “Tanıtım yazınızdaki sözlerinizin arkasında durmazsanız, vicdanınızın bilincinizi kemir kemir kemireceğini PUDİNG! (bunu bağırarak söyleyin) onaylıyor musunuz?”
Eğer onaylarsam, bisikletinizi kesinlikle tamir etmeye çalışacağımdır.
Buraya yerleşmeden önce iki yıl Artvin, bir yıl İzmir, bir yıl Çanakkale ve bir yıl da çeşitli illerde göçebe bir şekilde yaşadım. Öyle çok zorlandım denemez, zaman zaman komün hayatı yaşayan çeşitli gruplara dahil oldum, küçük çiftliklerde basit işlerde çalıştım. Kafamdaki dikenler bir türlü rahat bırakmadı beni ancak. Temelde rahatsızlığımın sosyal bir sıkıntı olduğunun farkındayım. En çok güven problemi yaşadığımın da farkındayım. Farkına bir türlü varamadığım şey ise, neden insanlara güvenmeye çalıştığım ve küçücük bir yarayı harıl harıl kaşıyarak bu kadar büyüttükten sonra, dermanımı nerede ve nasıl bulacağım.
Bir diken bir derman olabilir mi…
Bunları düşünürken aklıma çok sevdiğim bir ilahinin sözleri geldi. “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.” Sözleri gerçekten çok anlamlı ama sanırım bu dünyaya ait değil. Yani benim bu dünyama. Bir diken, lastiği bir diken yüzünden patlamış bir bisikletçinin dermanı olabilir mi? Belki de olabilir de ben bilmiyorum, belki de olamaz. Bunu lastiği patladığı için bana gelen ilk müşterime soracağım.
Bu hikaye, her şeyin mükemmel zamanlamalar ile yürüdüğü ütopik hikayeler evreninde yazıldığı için, tam o sırada içeriye 1.70 boylarında bir müşteri girdi ve “Tanıtım yazılarınızdaki (yazılarınız ne alaka ikisi de aynı yazı, ama aslında iki yazı asılı, ilk yazıyı okuduktan sonra ikinci yazıya bakar ve onun ilk yazının aynısı olduğunu fark edersin ve ikinci yazıyı okumazsın, bu adam şimdi, iki yazıyı da mı okudu?) sözlerinizin arkasında durmazsanız vicdanınızın bilincinizi kemir kemireceğini PUDİNG! Onaylıyor musunuz Mustafaryan Bey?”
-Onaylıyorum dostum, problem nedir?
-Ya havası indi, ya da patladı bu arkadaki teker tam anlamadım açıkçası. Onun dışında bir de frenlere baksanız çok iyi olur, eskisi kadar iyi tutmuyorlar. Hatta ön fren neredeyse hiç tutmuyor.
-Buyur sen şöyle otur, hallederiz şimdi.
İşte bu işi bu yüzden bu kadar çok seviyorum. Diken girmiş bir lastik (evet patlamış), freni tutmayan bisiklet, resmen kendimi tamir ediyormuş gibi hissediyorum. Bazen de çocuklar gelir bisikletlerinin jantlarına mavi, yeşil, kırmızı süsler takarlar. Sanki, daha bir yakışıklı görürüm kendimi bisiklet süslerken. İşte bu yüzden bu kadar çok seviyorum bu işi, insan kendisine benzeyen işler yapmalı.
-Her şeyi anladım da, orada neden puding diyoruz, yani size söz verdirirken?
-En sevdiğim tatlı puding çünkü.
-Ee?
-Nasıl ee?
-Yani ne bileyim, yanlış anlamayın ama, tabii siz daha iyi bilirsiniz, biraz alakasız değil mi?
-Kitap okur musun hiç? Ya da ne bileyim felsefe falan?
-Kitap tabii ki okurum, okumam mı. Üniversitede reklamcılık okudum ben. Üniversiteye hazırlanırken de felsefe falan çalıştık yani, severim hatta felsefeyi baya.
-E anlarsın o zaman beni. Puding benim en sevdiğim tatlıdır. Tencerenin dibini sıyırdığım an, dünyanın en mutlu insanı olurum. Günün en özel anıdır benim için. Sence öyle güzel bir anda ahlaki çatışmalarımla uğraşmak ister miyim?
-Muhte…
-İstemem! Bunun bir güvencesi işte o puding. Eve gidince çikolatalı puding diye düzelteceğim yazıyı hatta. Şimdi sen böyle ısrarla sorunca çilekli ve muzlu pudingi o kadar da sevmediğim aklıma geldi.
-Anladım abi.
Bu keyifsiz sohbet esnasında lavuğun şambriyeli yamalamış, patlak frenlerle uğraşmaya başlamıştım. Kendinden geçmiş arka freni kontrol ederken, dışarıdan miyav! miyav! diye minicik bir kedinin sesi geliyordu. Belli ki aç kalmış yavrucak, buranın insanı da öyle çok hayvan sevmez zaten, bir iki parça salam vereyim diye kapıyı açtım. Bir de ne göreyim! Kocaman bir köpek! Ben şaşkın şaşkın ona bakıyorum, o elimdeki salamın derdinde iyice bir arsızca miyavlıyor!
Demek ki mümkünmüş! Demek ki normalmiş! Demek ki ben de normalmişim! Demek ki her şey hala bok gibi ancak Aurelius’un dediği gibi kötülük, benim kötülük üzerine oluşturduğum yargılardaymış!
Bok kafalı reklamcıyı, dikenli lastikleri, iki açıklamalı kapıyı, dolaptaki pudingi ve aydınlanmamı sağlayan miyavlayan köpeği geride bırakarak İstanbul’a doğru koşmaya başladım. Her şeye yeniden başlayacaktım.
başka mecra diken hikaye öykü yüzen çimen
Last modified: Temmuz 29, 2020