Yazan: 12:11 am
Kategori: Edebiyat

Tahmini okuma süresi: 4 dakika

Düş’erken

Bir rüya, bir gerçek, hangisi rüya, hangisi gerçek?

düş'erken - Maldoror / Hikaye

hikaye

Köyün sıradan günlerinden birinde,

bir annenin gözlerindeki şükranın hikayesi…

hikaye

Köydeki sıradan günlerden biriydi yine. Tan ışıklarıyla horozlar öttü, biraz zaman geçince kuzular me’ledi ve eşek anırdı. Anne, kahvaltıyı hazırlayıp çocukları uyandırdı. Sabahın tüm gerekliliklerini eksiksiz yapan İshak, yer sofrasına ilk oturan oldu. Kardeşleri de peşi sıra yerini aldı sofrada. İshak gözleri dalgın bir şekilde kahvaltısını yapıyordu. Annesi durumu fark etti. Çaya üç şeker atan İshak, ikinci çayını da şekersiz içiyordu. Kahvaltı bittikten sonra anne, sofrayı pencereden dışarıya silkeledi. Tavuklar ve civcivler ekmek kırıntılarına doğru koşmaya başladı. Belki, Seniha teyze, Pavlov ismini hiç duymamıştı ama tavuklarla arasında Pavlov’un köpek deneyi gibi bir bağ vardı. Tavuklar sofrayı gördüğü gibi pencerenin altına doğru koşmaya başlardı. İshak tam dışarı çıkmak için kapıyı açmıştı ki annesi seslendi;

– İshak! Oğlum, bir dakika gelsene yanıma.

İshak açtığı kapıyı kapatıp annesinin olduğu odaya gitti.

– Buyur anne, bir şey mi oldu?

– Gel otur yanıma hele. Neyin var oğlum? Çok dalgınsın bugün.

– Kötü bir rüya gördüm anne. Hem de o kadar kötü bir rüyaydı ki hâlâ etkisindeyim.

– Hayırlara vesile olsun. Ne gördün oğlum anlat annene.

– Nasıl anlatayım bilmiyorum anne. Çok tuhaf bir rüyaydı. Hem çok gerçekçi hem de değil. Sanki bir film izliyordum. Hani şu gavurların yaptığı, ölülerin dirilip insanları yedikleri filmler var ya, onlar gibiydi. İnsanlar, ölüler sokakta diye evden çıkmıyor, sokaklar bomboş, tek tük arabalar koca koca caddelerden geçiyordu ya, işte benim gördüğüm rüya da buna benziyordu.

– İzlediğin bir filmin etkisinde kalmış olmayasın oğlum.

– Belki de öyledir anne ama bu rüya beni çok korkuttu. Rüyamda insanlar bir virüsten dolayı ölüyordu. Bu virüs öyle hızlı yayılıyor, her gün öyle çok insan öldürüyordu ki, gören de insanlardan intikam alıyor sanacak. En çok yaşlılar ölüyordu bu virüsten. Virüs herkesten, her yerden ve her şeyden bulaşabiliyordu insana. Bu yüzden insanlar artık tokalaşmıyordu, yürüdüklerinde, oturduklarında ve çalıştıklarında, aralarında yetişkin bir insan boyu kadar mesafe bırakıyorlardı.

Anne, duydukları karşısında tüyleri ürpermiş bir şekilde araya girdi.

– Tövbe bismillah. Oğlum rüyan dediğin kadar varmış. Benim de tüylerim diken diken oldu.

– Dur anne daha bitmedi ki. Kimse kimsenin evine gitmiyor, kimseden bir şey almıyor, kimsenin yardımına koşmuyordu. Bütün dükkanlar kapalı, camiler kapalı, yatsı ezanından sonra camilerde dualar okunuyor. Okullar tatil edildi, şehirlerarası yolculuk yasaklandı, havaalanları hastane olarak kullanılmaya başlandı. İnsanlar korkudan evlerinden çıkmıyor, mecburiyetten çıkanlar da eve gelince, kendilerini bir odaya kapatıyor, kimseyle temasa geçmiyordu. Köyü olan kimseler de köylerine gidiyordu. Bizim köyün nüfusu üç katına çıkmıştı. Kimse kötü gün için kazandığı parasını harcayamıyor, ülkeler herhangi bir savaş için depoladıkları silahların hiçbir işe yaramadığını görüyor, hiç dikkate almadıkları sağlık sektörü, gözlerinin önünde güneş görmüş kar gibi eriyordu. Sokaklarda cesetler bulunuyordu.
Bütün dünyanın derdi bu virüs olmuştu. Günlük binlerce insan ölüyor, on binler bu hastalığa yakalanıyordu. Kimse hastasını görmeye gidemiyor, hatta cenazesini bile defnedemiyordu. Devletler şehrin dışına mezarlar kazıp insanları oraya gömüyordu. Herkes maske takıyor, maskesiz hiçbir şey yapamıyor, hiçbir yere giremiyordu kimse. Hatta maskesiz olanlara ceza kesiliyordu. İnsanlar en çok sevdiklerinden uzak duruyordu bulaştırmak korkusuyla. Hastane çalışanları evlerine gitmiyor, devletin tahsis ettiği yerlerde kalıyor ya da hastane çalışanlarının hizmetine sunulan otellerde kalıyorlardı. Bütün dünya birlik olmuş, bu gözle görülmeyen virüsle mücadele ediyordu.

Anne, oğlunun ağzından ilk kez iyi bir şey duymuştu. Ama duyduğu bu iyi şey, diğer duyduğu kötü şeyleri yok edebilir miydi?

düş'erken / Maldoror / Hikaye

– En çok yaşlılar ölüyordu dedim ya, yaşlıların dışında bir de kronik hastalar ölüyordu en çok. Ölümlerin çok büyük bir kısmını bunlar oluşturuyordu. Her yaştan ölü vardı. Zengin fakir, güzel çirkin, yaşlı genç ayırmaksızın herkese bulaşabiliyordu anne, herkese. Sokağa çıkma yasakları ilan ediliyordu, polisler ve bekçiler yasağa uymayanlara ceza kesiyordu. Hiçbir televizyon programı devam etmiyordu. Aile içi şiddet artıyordu. İnsanların korkusu virüsten değil de açlıktan ölmekti. Kimse çalışamıyor, herkes işlerinden kovulmuş, evlerinde oturuyordu. İnsanlar kuru bakliyat stokladı. Herkes bu sürecin bir an önce bitmesini istiyordu.
Virüsten sonraki yaşamı kimse tahayyül edemiyordu. Hayat durmuştu. İnsanlar varlık içinde yokluğu, özgürlük içinde esareti ve yaşam içinde ölümü tadıyordu. Bir de bulaştığı kişide öyle hemen belli olmuyordu bu virüs. İki hafta sonra belirtileri çıkıyordu ortaya. Kuru öksürük, ateş ve nefes darlığı belirtileriydi. Üniversite arkadaşım Cemal var ya, hani geçen yaz bize gelmişti. Onun annesi de bu virüsten öldü. Cemal, kendisinin bulaştırdığını düşünüp intihar etmiş. Bunu bana Cevat söyledi. Sevdiklerimden tek tek kötü haberler almaya başladım. Herkes ölüyordu. Hangisine acı duyacağını bilmiyordu insan. Karşımızda öyle bir şey vardı ki günde binlerce insan öldürüyordu. Bir savaştaydık sanki. Dünya, başka bir evrene karşı. Fakat onların askerinde öyle yelekler, kasklar ve silahlar var ki bir türlü üstünlük sağlayamıyorduk. İşin ilginç yanı bu virüs çocukları öldürmüyordu anne. Bütün çocuk istismarlarının intikamı alınıyordu bizden sanki. Ben öyle düşünüyordum.

Aylar sonra bu virüsün etkisi azalmaya başladı. İnsanlara artık dışarı çıkabilirsiniz dediler. İnsanlarda bir yabancılık vardı anne. Herkes o travmanın etkisindeydi halen. Kimse hemen dışarı çıkmadı, herkes ev yaşamına adapte olmuştu. Dışarı çıkıp birbirleriyle görüşenler ise bu kadar ayrılıktan, özlemden ve hayatta kalma sevinçlerinden dolayı bile olsa birbirleriyle tokalaşıp sarılmıyorlardı. İnsanlar hâlâ o mesafeyi koruyordu. Herkes işsizdi, parasızdı kimse ne yapacağını bilmiyordu. Asıl büyük kaos, virüsün olduğu dönemde değil de bittiği dönemde olacaktı. Hayatta kalanlar ne yapacağını şaşırmış vaziyette düşünüyorlardı. Normal yaşantıyı herkes unutmuştu. İnsanlar evlerde mahsur kaldıkları süre boyunca sadece yiyip sevişmişlerdi. Karantina kalktıktan sonra herkes kilo almıştı. Herkesin psikiyatri yardımı almaya ihtiyacı vardı. O esnada sen uyandırdın.

– Oğlum ne diyeceğimi bilemiyorum. Sen kıyametten bahsettin ama bu daha acılı bir kıyamet. Allah kimseye o günleri göstermesin ve bizden uzak tutsun.

İshak rüyasını anlattıktan sonra bahçeye gitti. Annesi, oğlunun anlattıklarının etkisi altında, oturduğu yerde kalakalmıştı. Akşam olduğunda herkes tekrar sofranın etrafında toplanıp annelerinin yaptığı yemekleri kaşıklıyordu. İshak, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu bir gençti. Atanmadığı için köye, ailesinin yanına gelmişti. Bahçe işlerinde onlara elinden geldiğince yardım ediyordu. Kalp rahatsızlığı olduğu için annesi ona iş yaptırmayı pek istemiyordu. O da zamanının çoğunu kitap okuyarak geçiriyordu. Kardeşlerine kitaplarını veriyor, onları da okumaya teşvik ediyordu. Bir akşam yine sık sık öksürüp nefes almakta zorlandı. Hemen muhtarın arabasına atıp onu şehir hastanesine götürdüler. Hastanede kaldığı üç gün içinde kimsenin onu görmesine izin vermediler. Üç günün sonunda İshak nefes alamadığı için öldü.

Annesi, en büyük oğlunu, toprak meselesi yüzünden kaybettiği kocasının yanına defnetti. Mezarlarının başında dua ederken, oğlunun anlattığı rüya aklına geldi. “İnsanlar ölülerini bile defnedemiyordu.” O anda kendini şanslı hissetti. Gözleri, şükran belirtileriyle uzağa daldı.

hikaye hikaye hikaye hikaye hikaye hikaye hikaye

hikaye

(Visited 42 times, 1 visits today)

Last modified: Mayıs 26, 2020

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!