Duygusal sıfatı, canlı veya cansız, somut veya soyut isimlerle beraber kullanılabilir. Sözgelimi duygusal filmler, duygusal romanlar, duygusal bir atmosfer, hatta duygusal bir insan, gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz tamlamalardır. Aslında bir tamlamada kullandığımız duygusal kelimesi belirli bir duygunun, hüznün yerini tutmakta. Yoksa neşeli bir filmi ya da sinirli bir insanı anlatmak için duygusal kelimesi kullanılmaz!
Bu anlamda bir resmin duygusal olması, yani hüznü çağrıştırması da kulağa hoş gelebilir. Duygusal bir resmin çağrıştırabileceği muhtemel birkaç resim tasvir edebilirim burada. Mesela, yaprakları sararmış ağaçların arasından geçen patika bir yolda, soğuk renkli kıyafetler giymiş, belki elinde şemsiye olan ve hafifçe çiseleyen bir yağmurda yürüyen zarif bir bayan resmi olabilir. Bir başkası: yine muhtemelen sonbaharda, ahşap bir evin önündeki merdivenlerde oturan, boynu bükük bir erkek çocuk, gözünden bir damla yaş gelirken resmedilmiş olabilir.
Her ne kadar dilimizde – ya da genel olarak dünya dillerinde – belirgin duygulara karşılık gelen birçok kelime olsa da, bazı duyguları isimlendirmek veya anlatmak çok zordur. Dahası, benzer durumların farklı insanlarda yarattığı duyguların türü ve şiddeti farklı olabilir. Bazen birkaç duygunun birbirine karıştığı da olur. Olaylar ve duygular arasındaki ilişkiyi yemekler ve tatlar arasındaki ilişkiye benzetebiliriz. Birçok tatlı var mesela, her birisi farklı insanlar tarafından daha güzel olarak nitelendirilen. Ya da bazı özel lezzetler vardır, ne tatlı, ne acı, ne tuzlu ne de ekşi! İsimsiz bir lezzet… Bir de işin içine aşçıların hünerini katarsak, hatta sevgi de katabilirsek, tatların çeşitliliği ve de yarattığı birleşimler çoğalır gider. Duygusal dünyanın karmaşıklığı da buna benzer. Orhan Veli üstadın söylediği gibi, kelimeler kifayetsiz olur ve yaklaşılan, duyulan yer anlatılamaz!
Böylesine karmaşık duyguları ve kendini anlatma, keşfetme tutkusu ile birlikte insan, edebiyata ve sanata yönelmiş olsa gerek. Ben resim sanatının duygusal aktarımda ve de çağrışımda farklı bir yerinin olduğunu düşünüyorum çünkü resimde, az önce bahsettiğim yemek-tat ilişkisini dolaysız yoldan kurabiliyorum. Bu bağlamda, yemeklerin tadından bahsettiğimiz gibi, resimlerin duygularından da bahsedebiliriz. Ya da resimsel duygulardan…
“Resimsel duygu” dediğim kavramı inşa ederken yemek-tat ilişkisinden yola çıkarak iki durumdan bahsetmiştim. Bu durumları daha net ayırt edebilmek adına birinci durumu, aynı tadın farklı algılanması durumu olarak belirleyelim, insanların tatlılara verdiği güzellik dereceleri örneğindeki gibi. İkinci durum ise farklı tatların belirli oranlarda birleşerek yeni bir lezzet ortaya çıkarması durumu olsun.
Yazıma, bu durumlara örnek olabileceğini düşündüğüm eserlerle devam edecektim ki, aklıma ilginç bir fikir geldi! Eğlenceli, ufak bir algı testi diyeyim, yapmak istediğime. Yakın bir arkadaşınızın size şunları söylediğini düşünün: “Bir inanabilsem mutlu olabileceğime! Keşke biraz umudum olsa! Ama içimdeki sadece, kocaman bir çığlık… Derdimi kimseye anlatamıyorum!” Örneklerimi aktardıktan sonra bu kurguya geri döneceğim.
Mutluluğun resmi olarak da bilinen Dianne Dengel’in “Evim, Güzel Evim” tablosunu, birinci duruma örnek olarak seçtim. Ressamın mutluluğa kattığı özgün yorum, usta bir aşçının yemeğe kattığı yeni bir lezzet tadında… Bu resim bana, mutluluğun farklı bir tadını, paylaşılmayan mutluluğun gerçek bir mutluluk olamayacağını anlatıyor. Bu paylaşımın içine doğadan iki dostumuz da katılmış, bir köpek ve bir de horoz. Ayrıca, Leonardo da Vinci’nin çok sevdiğim sözlerinden birisini hatırlıyorum: “İyi geçirilmiş bir günün mutlu bir uyku getirmesi gibi; iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir.”
Sağdaki tablo da bir başka üstadın -Edward Burne Jones’un- Umut adlı tablosu. Bu resmin, her iki durum için de izler taşıdığı söylenebilir. İlk önce tablonun, umut duygusuna katabileceği çağrışımlardan bahsedeyim. Resimdeki kadının ayağındaki zincirler, bir tutsaklık durumunu anlatıyor. Ancak o, bu tutsaklık durumuyla ilgilenmiyor! Sanki öylece duruyormuş da, zincirler ayağına sonradan bağlanmış gibi… Kadının yukarıya bakması ve de sol eliyle mavi gökyüzünü kendine çekmiş olması, umudun yarattığı bir güç olarak algılanabilir. Ancak aynı durum, kadının bunu hayal ediyor ve de dolayısıyla kendisini rahatlatıyor, ya da kandırıyor olmasıyla da eşleştirilebilir.
Sağ elindeki beyaz çiçeklerden yola çıkarak, umut duygusunun başka duygularla oluşturduğu birleşimlerden bahsedebiliriz. Sanki bu çiçekler, tutsak olduğu şey için ona verilenleri temsil ediyor ve bülbülün altın kafeste olması gibi bir his katıyor. Ancak kadın, altın kafesinde ona verilen ile tatmin olmamış çünkü yüzünde bir gülümseme yok! Demek ki umut onu mutlu etmemiş! Ancak bir hırçınlık, ya da öfke de değil yüzündeki… Sakin bir dokunuş var, umut edilene. Sabretmekten farklı bir duyum hissediyorum ben burada, umut etmenin kendisinin dahi güzel bir çaba olabileceğini… Ayrıca çabalanan şeyin de bir akış içerebileceğini, maviliğin hareketli görüntüsünden…
İkinci durum için daha belirgin izler taşıyan Çığlık tablosunun ressamı, Üstat Edvard Munch. Böyle bir resmi görmeden önce, çığlık kelimesinin bende yarattığı çağrışım, muhtemelen böylesine güçlü, derin ve de samimi değildi! Mesela, çığlığın ölçülebilir bir şey olduğunu düşünebilirdim. Korkunun veya çaresizliğin yarattığı bedensel tepki… Çok korkarsa insan, yüksek sesle çığlık atabilir. Daha da çok korkarsa ve bu korku devam ederse, sesi kısılana kadar da sürebilir çığlık. Ama ne söylersem söyleyeyim, Edward’ın Çığlığı bir başka! Biricik… Yanına yalnızlığı da almış, içine biraz pişmanlık, biraz da öfke koymuş. Sonunda hissettiği çaresizlik sayılamaz çoklukta olmuş!
Kurguya geri dönelim. Arkadaşınızın söylediklerini bir de aşağıdaki biçimiyle algılamaya
çalışın:
Bir inanabilsem olabileceğime!
Keşke birazcık olsa!
Ama içimdeki sadece, kocaman bir
Derdimi daha iyi anlattım galiba!
baskamecra diannedengel DUYGULAR edvardmunch edwardburnejones resimselduygular
Last modified: Haziran 29, 2020