*Bu yazı, film hakkında spoiler içermektedir.
Next Floor, on dakikalık bir kısa film. Bir ziyafet sofrasında hunharca ve doymamacasına yemek yiyen on bir kişiyi anlatıyor. Sofrada yemek hiç bitmiyor, sürekli yemek takviyesi yapılıyor; herkes durmaksızın ve son derece hızlı şekilde yemek diyor. Ancak “doymak” denen durum burada yok.
Belli bir yerden sonra bulundukları zemin, yediklerinin ağırlığıyla ağırlaşıp çöküyor ve alt katta yemek yemeye devam ediyor masadakiler. Sonra yine çöküyor. Bu böyle tekrarlanıyor. Her seferinde bir kat aşağıya çöken masadakiler (ve masa) en sonunda yerin dibine kadar yuvarlanıyor ve masa da masadakiler de masanın bulunduğu zemin de yerle bir oluyor. The Platform filmindeki hunharca yemek yeme sahneleri, en çok bu filmden esinlenilmiş gibi. Söz konusu kısa film 2008 yılına ait.
Yine The Platform’un, Next Floor kısa filmiyle bir benzerliği de “naifliğin imkânsızlığı” üzerinden ortak işlenmiş gibi. Kısa filmde, herkes hunharca ve doyumsuzca yemek yerken bir kadın göze çarpıyor. Kadın da masada oturmakta ve çok sakin bir şekilde yemeğini yemekte; hatta masadakilere ara ara bakıp onların doyumsuzluğundan ve vahşiler gibi yemeğe saldırmasından tiksinmektedir. Ancak kısa filmin sonuna doğru kadın naifliğini kaybeder, onlar gibi vahşileşir ve ilk işi yanındaki kişinin tabağına elini uzatıp hunharca yemek yeme eylemine katılması olur. Vahşilerin ve doyumsuzların masasında bulunan kişi, naifliğini kaybeder. The Platform filminde de cezaevine gönüllü olarak giren Goreng, başta çok naiftir ve tiksinmektedir kendini kaybederek yemek yenmesinden. Birkaç gün yemek yemez hatta. Ama daha sonra o da diğerleri gibi hızlıca yemek zorunda kalır; çünkü platform 2 dakika sonra aşağı inecektir ve bir gün boyunca yemek yoktur. Naifliğini kaybetmek zorundadır. Tıpkı Next Floor sofrasındakiler gibi.
The Platform’daki yemek yeme sahnelerini hatırlayalım. Hiç insani olmayan sahneler. Filmin insan içine sinmeyen bir yönü budur belki. Yemek üzerine tükürmeler, ayakla yemek üzerine çıkmalar, yemek üzerine kusmalar. İnsanlık tarihi boyunca insanların böyle bir doğaya sahip olabileceğine kimse inanmıyordur umarım. Bu noktada film yapımcılarını insanın doğasını kavramaktan uzak görüyorum.
Olağanüstü dönemleri, koşulları, durumları ya da distopik bir edebi kurguyu; yani bir distopya hikâyesini yazmanın dahi belli mantık sınırları olur. Yazılan ya da kurgulanan hikâye/senaryo mantığı zorlasa bile mantıktan tamamen kopuk olamaz.
Portekizli yazar Saramago’yu bu noktada, olağanüstü ve gerçeküstü kurgular konusunda çok başarılı buluyorum. Kendisinin elinden çıkan gerçeküstü kurguların dahi bir mantığının olduğunu vurgulamak isterim. Bunlardan biri “Körlük” kitabı. Kitaptan biraz bahsedelim.
Körlük’te, bir coğrafya üzerindeki herkes kör oluyor. Bir kişiden başlıyor bu körlük ama giderek artıyor, herkese bulaşıyor. Sonra herkes kör oluyor. Bu koşullar altında insan kalmaya çalışanlar da var, kalmamak için çabalayan da var. Tıpkı kör olmayanların, günümüzdeki dünyasında olduğu gibi.
Kapalı bir alanda devlet gözetimi altında tutulan bu körler bir süre sonra gruplaşıyor. Ezen ve sömüren bir grup ile hakkı çalınan, yemeği gasp edilen başka bir grup oluşuyor. Hakkı çalınan, yemeklerine el konulan körler bir mücadele hattı örüp diğerleriyle savaşmaya başlıyor.
Sadece bu kadarlık kısmına değinmek yeterli. Herkesin kör olduğu bir dünyada bile insani olmayan koşullar altında aşağılananlar, bir yerden sonra buna dayanamayıp bir mücadele hattı kurup savaşıyor ve mevcut durumu kabullenmiyor. İşte budur insan doğası. İnsani olmayanı kabullenmemek. The Platform bunu göremiyor. İnsan doğasının dayanışan, birlikte savaşan ve başkaldıran tarafını görmekten ve göstermekten uzak bir film. İnsan bu kadar çirkinleşemez. Filmin hazmedilmeyen tarafı budur.
İnsan doğasını eksik ve mantık dışı gösteren ve The Platform’un yapımcılarının da esinlendiği bir diğer film 1997 yapımı The Cube. Küp diye bahsedeceğim. Küp’ün konusunu biraz anlatmakta fayda var; çünkü bir iki noktada The Platform’la kıyaslama yapmak gerek.
Küp bir labirenttir. İçinde binlerce küp bulunan ve dışarıdan bakıldığında kendisi de tek bir küp olarak görünen, içindeki bir küpten diğerine geçmek için bazı tuzaklardan geçmek zorunda kalınan bir yapı. Altı karakter var küpün içinde. Karakterler için bilmemiz gereken, hepsinin farklı yeteneklere sahip olduğu ve çıkışı bulmak için her birinin yeteneklerine ayrı ayrı ihtiyaç duyulduğudur. Yani küpten kurtulmak için işbirliği yapmaları gereklidir. Tek birinin dahi yeteneği kullanılmadan buradan çıkış mümkün değildir.
Küpten tek kişi kurtulur. Otizmli bir genç. Çünkü diğerleri sürekli birbiriyle didişmekte, birbirinin arkasından iş çevirmekte, birbirine tuzak kurmakta ve düşmanlık beslemektedir. Ancak otizmli genç aralarındaki en saf ve en günahsız olanıdır. Ve küpten tek kurtulan kişi de bu yüzden odur.
The Platform gibi Küp filmi de insanların uzlaşmazlığını ve birlikte asla sonuna kadar hareket edemeyeceğini anlatır. İnsanlığa dair umutsuz bir filmdir o da. Maalesef Küp’ü izlerken de aynı hazımsızlığa kapılabiliyor insan. Ölümcül tuzaklarla dolu bir küp içinden uzlaşarak çıkma şansı varken insanların tersini seçmesini aklımız almayabiliyor. Akıllıca gelmedi bana. Küp yapımcılarının da insanın doğasına bakışında bir olumsuzluk, bir güvensizlik bulunmakta.
Aslında insanın doğasına daha umutlu ve insani bakan bir kurgu daha var. Belki The Platform’u onunla da değerlendirmek yerinde olacaktır. Parazit’in yönetmeni Bong Joon Ho’nun “Snowpiercer” filmi. Bu filmde de bazı sıkıntılar var tabi ki; ama The Platform ve Küp filmlerinden daha insaflıca yaklaşılmış insan doğasına.
Snowpiercer’i çok kısa da olsa anlatmak gerek önce. Küresel ısınma giderek arttığından, bunun önüne geçmek için bir deney yapılır. Ve tüm dünya buz altında kalır. Dünya üzerinde hareket eden, hiç durmayan, tüm dünyayı bir yılda tamamen dolaşan bir tren vardır; Wilford’un yaptığı ve kendisinin yönettiği tren. Sağ kalan insanlar bu trendedir; zaten tren dışında bir hayat yoktur. Trende çok sayıda vagon vardır. Vagonlar, sınıflara ayrılmıştır. Yöneten kişi lokomotif kısmında bulunmakta, en yoksullar son vagonlarda yaşamaktadır. Film başladığında trenin on yedi yıldır hareket halinde olduğunu öğreniriz ve biz de bu yolculuğa on yedinci yılında katılırız.
Soylu sınıfı trenin baş vagonlarında bolluk içinde yaşar ve trenin sonundakilere yemek dahi verilmez yıllarca. Bir süre sonra protein jeli denen, tok kalmalarını sağlayacak ve böceklerden yapılmış bir besin verilir yalnızca.
Birkaç defa son vagonlarda yaşayanların başarısız isyan girişiminde bulunduğunu öğreniriz. Yine bu başarısızlığa rağmen yeni bir isyan girişimi örgütleniyordur ve filmin neredeyse başından sonuna kadar bu isyanı izleriz. Bong Joon Ho bize insan doğasının özünde olan gerçek duyguyu, ezene karşı kabaran öfke ve buna karşı isyan etme fikrini film boyunca yaşattırır.
Snowpiercer’de de bazı sıkıntılar olduğunu söylemiştim. İsyan hareketinin aslında yönetimin bilgisi dâhilinde ve bizzat yönetimin teşvikiyle örgütlendiğini filmin sonunda anlayıp hayal kırıklığına uğruyoruz. Yönetim, kendisine baş kaldıracak potansiyelde olanları bizzat kendi desteklediği bir planla isyan ettirip isyancıları bu şekilde ayıklıyor. Bir sınıf hareketi bu şekilde değersizleşiyor. İsyancıların içinde yönetimin ajanı bulunuyor. Bu kişi, ezilenlerin en itibar ettiği kişi. Bu bilgileri öğrenince isyan hareketi gözümüzde değersizleşebiliyor istemsizce. Ama şöyle bir gerçek de var ki, isyan edenlerin hiçbiri bunun yönetimce desteklendiğini bilmiyordu ve kendi sınıfsal kurtuluşları için bu isyana kalkıştılar. Bong Joon Ho’nun kurgusu bu sebeple biraz sıkıntılı da olsa daha cesurca ve insanın kabullenmeyen doğasına daha uygun.
Snowpiercer’de insanların işbirliğini, daha doğrusu sınıfın birlikteliğini görüyoruz. Ancak The Platform’da ve Küp’te bu işbirliği yok. Bong bize, kurtuluşun kanlı da olsa bir isyan hareketiyle mümkün olacağını gösteriyor. Hatta şöyle bir fark var: Bong’un filminde isyancıların yöneldiği yer lokomotif, yani baştakiler, yani iktidarın merkezi. The Platform ise bize sistem içi bir çözüm sunuyor. Nasıl mı?
The Platform’un mücadele anlayışına bakarsak, kurtuluş ve çözüm olarak sadece adil bölüşümü amaçlıyorlar. Bu sebeple hedef, yemeğin dağıtımını organize etmektir. Yani bir nevi reform, dağıtımın iyileştirilmesi… Bu cezaevinin düzeni, insani bulunmamasına rağmen birlikte hareket edip bunu ortadan kaldırmak ya da buradan tamamen kurtulmak hedeflenmiyor. Ama Bong’un bu konuda daha cesur davranıp filmin sonunda treni havaya uçurduğunu ve bir devlet gibi işleyen treni tümden patlatarak sorunun çözümüne daha köktenci baktığını söyleyebiliriz.
The Platform’da ise çözüme biraz ilahi yaklaşılmış. Goreng, bir Mesih gibi kurgulanmış ve Mesih’in tüm bu insanlara önerdiği şey ise adil bölüşüm konusunda işbirliği. Ancak bu cezaevi varlığını sürdürmeye devam edecek ve bu işkence yönetimi, adil bölüşüm sağlanarak sadece biraz daha katlanılabilir hale gelecektir.
Yukarıdakiler, Aşağıdakiler, Düşenler
The Platform filminde üç tür insan var deniliyor ve yukarıdaki başlık söyleniyor. Platformda sınıfsal ayrım olduğunu düşünmüyorum. Yukarıdakiler üst sınıfları, aşağıdakiler ise yoksul sınıfı simgeliyor diyen olabilir ama her ay kişilerin kaldığı koğuşun değiştiriliyor oluşu, aslında sınıfsal bir ayrımın olmadığını gösteriyor. Sınıf dediğimiz öyle her ay değişen bir şey değil.
The Platform’da sınıfsal bir eleştiri bu açıdan yok. Eğer sınıfsal eleştiriyi arıyorsak, cezaevinin içindekiler ve dışarıda kalanlar diye bakmak gerek. Yani bu cezaevinde kalan herkes aynı sınıftan. Çünkü aynı insani olmayan koşullar altında hükümlüler. İşkence koşullarında birilerinin fazla yemek yemesi ve diğerlerinin hiç yememesiyle sınıfsallık vurgusu yapılamaz. Çünkü yukarıda da dediğimiz gibi bu cezaevinin koşulları ve düzeni, insani değildir. Ve burada kalan herkes aynı taraftadır; işkence mağduru. Bu düzenek bir işkence aracıdır. Burada kalanların çoğu akıl sağlığını kaybetmiş, vahşileşmiştir. Vahşileştirilen insanlar üzerinden “insan insanın kurdudur”, “insan doğası işbirliğine zor koşullarda yanaşmaz” gibi mesajlar vermek oldukça aldatıcıdır. Bu cezaevinde kalan insanın aklını kaybetmemesi bile oldukça zordur.
Bong’un treninde sınıfsal çizgiler daha nettir. Yatay bir sınıfsallık vurgusu vardır. The Platform için dikey bir sınıfsallığı vurgulamaktadır diyenler olsa da, platformda sınıf ayrımı olmadığını tekrar vurgulamak isterim.
Spontane Dayanışma
Cezaevinin ve bu düzeneğin(düzenek diyorum zira bu cezaevinin amacının bir “spontane dayanışma” deneyi olduğunu ileride öğreniyoruz), insanlar arasındaki işbirliğini açığa çıkaracağına inanılıyor. Yemeklerin hazırlandığı sahneler bize gösteriyor ki her şey titizlikle ve tam bir kusursuzlukla hazırlanıyor. Burada aslında yönetimin kusursuzluğu; kusurlu olanın, paylaşmayı bilmeyen insanlar olduğu gösterilmeye çalışılıyor. Hatta Goreng’e içeri girmeden önce en sevdiği yemeğin ne olduğu soruluyor. Daha sonra anlıyoruz ki yemeklerin konulduğu platformda her mahkûmun en sevdiği yemek bulunuyor. Yani mahkûmlar paylaşmayı becerebilseler, hem herkes doyacak hem de herkes en sevdiği yemeği yiyecek.
Küp’te de benzer bir vurgu vardı. Küpün içindeki altı kişi sadece kendi sahip oldukları yeteneği kullansa hepsi küpten kurtulabilecekti ama sorun işbirliğine yanaşmayanların kendi doğalarında.
Bu cezaevinin bir işkence görevi gördüğünü yukarıda açıkladım. İşkenceye uğrayan insanın doğası kördür. Yani algısı kapalıdır, kendini kaybetmiştir. İşkence altındaki insanlardan spontane dayanışmayı bekleyen yönetimin, aklı da aynı şekilde kördür. Ayrıca kimsenin işbirliğine yanaşmaması da gerçekçilikten son derece uzaktır.
Proje meselesi
Spontane dayanışma deneyine, yönetimin ve yönetim altındaki çalışanların inandığını görüyoruz. İmogoiri isimli kadın, bu cezaevinde 25 yıldır çalışan bir memur ve Goreng’in de buraya girmeden önce evrak işlerini konuştuğu kişidir kendisi. Kanser oluyor ve tedavi imkânı kalmadığını öğrenince de cezaevine kendi isteğiyle giriyor. Amacı ise, inandığı bu spontane dayanışma deneyine katkı sunmak. Bu sebeple her yemek geldiğinde aşağısı için iki tabak hazırlıyor ve onlara sesleniyor: “Sizin payınızı ayırdım. Onu yiyin ve siz de aşağıdakiler için aynısını yapın. Bu şekilde herkes yemek yer.” Ancak aşağıdakiler onu hiçbir şekilde dinlemiyor. Bunu günlerce tekrarlıyor ama sonuç alamıyor.
Burada, yönetimde daha önceden çalışan bir memurun bu projeye gönülden inandığını görüyoruz. Hatta kendi payını bir gün köpeğine veriyor, bir gün kendisi yiyor. Adil ve spontane dayanışma anlayışına gerçekten inanmış biri yani.
Ancak hiç insani görünmeyen ve akla mantığa da uymayan bu projeye bir insanın nasıl olur da bu kadar gönülden inanabildiğini de bizim aklımız almıyor. Bu noktada da başarısız bir kurgu var.
Max-Plus
Trimagasi’nin (yaşlı mahkûm) bıçak hikâyesini hatırlayalım. Hikâyeyi uzun uzun yazmayacağım ama güzel bir eleştiri yakalayabiliriz burada. Bu eleştiriyi de çok beğendiğimi söylemek isterim. Trimagasi, izlediği reklamın etkisinde kalıp Samurai-Max bıçağından sipariş ediyor. Bıçaktan çok memnun kalıyor. Aradan fazla zaman geçmeden bıçağın yeni bir sürümü olan Samurai-Plus çıkıyor ve Trimagasi çok öfkeleniyor. Bu öfkeyle evdeki televizyonu kaptığı gibi camdan dışarı fırlatıyor ve kaçak bir göçmenin başına isabet ettiğinden cinayet işlemiş oluyor.
Buradaki göçmen meselesi de iyi bir vurgu ama onu bir sonraki başlıkta ele alıp yazıyı tamamlayacağım. Max-Plus meselesini neden mi çok beğendim? Şöyle dersem belki anlarsınız: A-Phone Max- A-Phone Plus.
Evet, sürekli bir üst sürümü çıkan alet edevat. Telefon, televizyon, bilgisayar, bıçak. Neler neler daha… Çok beğendiğimiz bir telefonun bir iki ay sonra bir üst sürümü çıktığında bizim de çok canımız sıkılmaz mı? İzlediğimiz bir reklamla hayran kaldığımız ve hemen aldığımız bir cihaz, bir iki ay sonra eskimiş oluyor. İnandığımız şeyler sürekli güncelleniyor yani. Trimagasi’nin öfkelenerek işlediği cinayetin sebebi de bu güncelleme. Belki de filmdeki en güçlü kapitalizm eleştirisi burasıdır. Filmin bir kapitalizm eleştirisi olduğunu ise düşünmediğimi söylemiştim.
Göçmen çocuk
Trimagasi’nin pencereden attığı televizyon kaçak bir göçmene isabet eder ve Trimagasi kendini asla suçlu hissetmez. Ona göre kaçak göçmenin orda olmaması gerekiyordur. Yani bu ırkçı ihtiyara göre kaçak bir göçmen, geldiği bu ülkede ölmüşse kendi suçudur, çünkü bu ülke onun yeri değildir.
Ancak çok şükür ki film yapımcılarının göçmenlere duyarlılığı daha insaflıdır. Filmde yönetime gönderilen çocuk Asyalı bir göçmen kızdır.
Bong’un treninden kurtulan kişileri de hatırlayalım; tren patlar ama geriye iki göçmen hayatta kalır. Biri Afrikalı bir çocuk, diğeri ise on sekizine yeni girmiş genç bir Asyalı kız. İkisi de bu dünyanın göçmenleridir. Bong, hayatta kalanları neden göçmenlerden tercih etti merak konusu. Ama şundan olabilir; göçmenlerin doğaya uyum sağlaması ve hayatta kalma gücü daha yüksektir. Çünkü belli bir yerleri ve yurtları yoktur. Oradan oraya sürüklenen yurtsuzlardır. Doğaya tutunma bağışıklıkları daha güçlüdür.
The Platform’da da idareye mesaj olarak iletilen çocuğun göçmen olarak seçilmesi belki benzer bir nedenden. Buraya ait olmama, hiçbir yere ait olmama mesajı. Göçmenlerin bir yere ait olmaması bu cezaevinde de kendisini göstermiştir.
Ayrıca masumluk vurgusu da dikkate değer. Platformdan çıkarılan küçük çocuk, masumluğu simgeler ve insanların birbirini yediği yerden onun kurtulması gerekir. Küp’te de kurtulan tek kişinin otizmli bir birey olduğunu söylemiştik. Yani masum biri.
Ancak bu masumiyet yaklaşımının şöyle bir sıkıntısı da var. The Platform’daki cezaevi tam bir işkence yeri. Burada masum bir çocuğun yeri yoktur; ama diğerlerine burada kalmak reva mıdır? Küp’te de öyle. Otizmli kişinin kurtulması iyidir ama diğer insanlar masum değil diye onların işkence içinde can çekişerek ölmesine göz mü yumalım? Doğası kötü olan insanlar birbirini yiyip bitirsin, oh mu olsun onlara? Bu masumiyet yaklaşımının kendisi de bizce pek masum değil. Riyakârca… İşkence konusunda mağdurlar konusunda herkes eşittir bizce.
Son Olarak
Next Floor’da ve Snowpiercer’de distopyanın geçtiği düzenek tamamen yıkılırken, The Platform ve Küp filminde bu düzenekler varlığını koruyor. Ancak ilginç olan, varlığını koruyan her iki düzeneğin de birer devlet projesi hatta birer deney olması. Küp de The Platform da devlet eliyle yapılmış. Bu sebeple bu iki film sınıfsal başkaldırıları ele almaktan çok deney yapma amacını güdüyor.
The Platform daha çok bir deney filmi olduğundan, sınıf eleştirisi içermediğini de yukarıda açıklamıştım. Tam da bu noktada on dakikalık bir kısa film olan Next Floor’un dahi The Platform’dan daha cesur ve sınıfsal bir kurguya ve senaryoya sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Evrimsel bir anlayış olan ‘güçlü olan ayakta kalır’ yaklaşımını insana uyarlamak zordur. İnsan sadece bu yaklaşımla hareket edemez. Ormanda aç dolaşan bir hayvanın kendinden daha zayıf bir hayvanı parçalayıp yemesi gerçeğini insan üzerinden uyarlamak gülünç ve inandırıcılıktan uzak olabilmektedir.
Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
Bong Joon Ho film eleştirisi Galder Gaztelu-Urrutia Snowpiercer the Cube The Platform
Last modified: Mayıs 21, 2020