Küçüklüğümden beri bildiğim bir masaldı, Alaaddin’in Sihirli Lambası… İlk kaç yaşımda okumuştum, hatırlamıyorum ama diğer birçok çocuk gibi ben de ne dilerdim diye düşünmekten alıkoyamamıştım kendimi. Masallar gerçek olur mu, yoksa her masal zaten bir gerçeğin fantastik kurgusu mudur, bilemiyorum ama Alaaddin’in Mavi Perisi çıkmıştı karşıma. Köyde olağan bir sabahtı, güneşli, güzel bir gündü. Köpek dostum Mira’yla birlikte yürüyüşe çıkmıştık ormanda. Çalılıklardan mavi bir bulut belirdi önce, giderek belirginleşmeye başladı. İkimizde sessizce dikkat kesilmiştik, hayretle izliyorduk olup biteni. Masmavi bir peri gibiydi, yemyeşil sevgi dolu gözleri ve sürekli gülümseyen bir yüzü vardı. “Alaaddin’in Dilek Perisi’yim ben, 4 dilek hakkın var, dile benden ne dilersen?” dedi. Düşündüm bir süre, çünkü insan bunu hayal ederken çok basit olabilirdi, ama bunun gerçeğe dönüşeceğini bilerek cevap vermek o kadar da kolay değildi.
Aklıma ilk gelen “para” olmuştu… Paranın çokluğunu değil, tamamen ortadan kalkmasını diledim periden. Çünkü tüm bu düzeni, sistemi, işleyişi düşündüm birden, savaşları, yoksulluğu, zenginliği. Tarih tekerrürden ibaret değildi elbette, öğretmeye çalıştığı bir ders vardı hayatın ve bunu öğrenmediğimiz sürece farklı işleyişlerle, aynı tema karşımıza çıkıyordu sürekli. Takasla başlamıştık, sonra altın, mücevherat, mülkiyet hakkı, sosyal sınıflar derken, insanlık olarak aslında hiçbir maddi değeri olmayan nesneler üzerinden sınıflara ayırmıştık kendimizi. Zenginliğin maddiyatla ölçüldüğü bir noktaya gelince de manevi değerlerin çoğunu unutur olmuştu insanlık. Daha çok banknotum olsun, daha büyük evim, daha iyi arabam, daha, daha, daha derken, ne hale geldiğimizi unuttuk aslında. Öyle bir sistem yarattık ki şirketlerin, bankaların ilk amacı kâr elde etmek oldu. Sağlık, iyilik, daha güzel temenniler arka planda kaldı maalesef. Özellikle saray ve burjuva sınıfına karşı “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” ilkeleriyle alevlenmiş bir Fransız Devrimi’nin çok daha gerisindeyiz. Ayaklarımızda zincirler yok belki ama zihinlerimiz, en büyük zindanlara hapsedilmiş durumda. Tüm dünyada nüfusun çoğu açlık sınırında yaşıyor ve karınlarını doyurmak için sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda insanlar. Kimisi marka bir telefon, çanta vs. almak adına hırpalıyor kendini. Hiç ihtiyacımız olmadığı halde çok başarılı pazarlama, reklam stratejileri ve medya aracılığıyla ihtiyacımız varmış gibi inandırılıyoruz ve belki de bize zararlı olan birçok şeyi elde etmek uğruna çabalayıp duruyoruz. Monopoly oyununun içerisindeyiz aslında, ”Ne kadar çok şeye sahip olursan, o kadar çok mutlu olursun” sloganıyla kandırıldığımız bir oyun. Bu oyunda diğerlerinin duyguları, yaşadıkları, üzüntüsü çok da önemli olmuyor. Yoksulluktan ölen insanlar, maddi kaygıyla yaşayan gençler, psikolojik sorunlar diye uzayıp giden bir liste var karşımızda… Ben bunları düşünürken birden tüm paralar, bankalar, finansal kurumlar yok olmuştu. Asıl hayat şimdi başlamıştı. Tüm insanların ihtiyacını karşılayabilecek kaynak vardı ve maddi olarak istediğiniz her şeye sahip olabiliyordunuz artık. Bununla birlikte var olduğunu sandığımız birçok olumsuz duygudan da kurtulmuştuk aslında, açgözlülük, bencillik gibi… Bunlar bazı düşünürlerin söylediği gibi insan doğasında var olan şeyler değildi, öğrenilen duygu ve davranışlardı, farklı şartlar altında insanlık bu tür duyguların beslenip büyümesine izin vermeyecekti. Şöyle düşünelim; ailenizle çok mutlu olduğunuz bir eviniz var, kira getirisiyle yatırım amaçlı ikinci bir evinizin olması için çabalar mıydınız? Artık kira yok, yatırım yok, zamanınızı buna harcamak yerine sevdiklerinizle daha güzel vakit geçirmeye kullanırsınız muhtemelen. İstediğiniz arabaya sahip olabilirsiniz hiçbir bedel ödemeden. Bu durumda sabahın köründe maaşı çok iyi olduğu ama sizi mutlu etmeyen bir işte çalışmak için uyanır mısınız? İnsanlığın üzerinden para kazanma kaygısı alındığı zaman, en büyük yük kalkmış olacaktı ve kalktı da. Düşünsenize para kazanmak zorunda değilsiniz, ne gibi değişimler olur hayatınızda? Çok kısa bir an bunu düşünmenin bile sağladığı ferahlığı tüm insanlık adına istediğimden, ilk dileğim bu olmuştu.
Ve sıra geldi ikinci dileğime… Bu dileğimi de aslında kendimden yola çıkarak tüm insanlık adına kullanmaya karar vermiştim. Para ve maddiyatı çıkardık hayatımızdan, peki her şey süt liman oldu mu, en azından benim düşüncemdeki cenneti yaşıyor muyuz? Pek sanmıyorum. Çok basit bir örnekle devam etmek istiyorum. Paranın henüz düşünülmediği dönemlere bir bakalım, eski çağlara mesela, mağarada yaşadığımız dönemlere… Şiddet, güç gösterisi, öldürme, zarar verme gibi fiziksel dürtülerimiz ilk atalarımızdan itibaren var ama bunu değiştirmek bizim elimizde. Farklı olsak da kendi yaşam hakları olan hayvanları, neden hiç düşünmeden öldürüp, ziyafet haline getiriyor ve keyifle yiyoruz? Mesela! En basiti de bu yaptığımızın canilik olduğunu düşünmüyoruz. Bu noktada kimsenin beslenme değerlerini sorgulama ya da yargılama niyetinde değilim. Anlatmaya çalıştığım şey bunun arkasında yatan bir dürtü, öldürme dürtüsü. Çok daha geniş açıdan düşünürsek, bitkileri ve sebzeleri de öldürmüş oluyoruz; ama onlar insanlar ve hayvanlar gibi daha katı bir forma sahip değiller, bilinçleri çok farklı bana göre. O yüzden bir hayvanla, bir insanı öldürüp yemek arasında bir fark göremiyorum ben. İkisi de bağırır, acı çeker, debelenir ve aynı oranda can çekişir…
Bir bitkiyi, bir domatesi, bir salatalığı koparırken böyle bir vahşet yok ortada. Et yemeden hayatımızı devam ettirebiliyor muyuz? Evet. Bu konuda bilimsel araştırmalar mevcut. Kendimi bu noktada açıkladıktan sonra asıl anlatmak istediğim şey, şiddeti ortadan kaldırmaktı. Dilek Peri’mden ikinci olarak bunu diledim. Yeryüzündeki tüm canlıların zihninden, kalbinden ve dürtülerinden, diğer bir canlıya fiziksel zarar verebilme yetisini kaldırmasını diledim. Sessizlik oldu birden, öyle derin bir sessizlikti ki bu, ilk defa sessizliğin sesini duymuştum. Tüm korkuların temeliydi bu aslında, yaşamak, nefes almak, hayatta kalmak ve bunun elinizden alınması ihtimalinin yarattığı korku… Hiçbir canlı, hiçbir canlıdan üstün değildi, ne bir fil daha güçlüydü karıncadan, ne bir erkek daha değerliydi kadından. O kadar polise, jandarmaya, güvenliğe rağmen bundan sonra öldürülen, devletin tüm olanaklarına rağmen koruyamadığı bir kadının, bir sevgilinin, bir çocuğun haberleri olmayacaktı ve biz bunları duyup üzülmeyecektik. “Şiddetin hiçbir nedeni yoktur, olamaz” diye haykırarak anlatmaya çalışmamıza gerek kalmamıştı artık ve ben hayalimdeki insanlığa bir adım daha yaklaşmıştım böylece.
Alaaddin ve Pandora….
Üçüncü dileğimi bir süre düşündüm aslında ve “Pandora’nın Kutusu” geldi birden aklıma. İnsanlığa tüm kötülüklerin yayıldığı o kutu. Nasıl ki Alaaddin’in Perisi gerçek olduysa, bu kutu efsanesi de pekâlâ gerçek olabilirdi. İmkânsız diye bir şey yoktu hayatta, o yüzden tüm kötülükler o kutudan çıktıysa, sevgili Peri’mden tekrar tüm kötülükleri o kutuya koymasını ve bir daha açılmayacak şekilde kilitlemesini diledim. “Umut” tüm kötülüklere karşılık kutudan en son çıkandı ya, şimdi de masmavi bir umut kalmıştı geriye. İşte o an anladım ki cenneti yaşamak için illa da ölmemiz gerekmiyormuş. Cehennemi yaratan ve bu dünyadaki kötülüklerin nedeni insanın zihniyeti ve davranışlarıymış aslında. Bir an dursak, “Ben ne yapıyorum, biz ne yapıyoruz?” diye sorgulasak, cevaplar o kadar da zor değilmiş.
Son bir dilek hakkım kalmıştı. Üç dilek hakkımı da insanlık adına harcadıktan sonra son hakkımı daha çok kendim için kullanmak istedim. Bu sefer yanına giderek perinin kulağına fısıldadım dileğimi. O da aynı şekilde kulağıma fısıldayarak: “Kalpten ne istersen, hayatta, o gerçek olur zaten.” dedi ve kayboldu aniden, benim çok teşekkür ettiğimi kalpten duyarak…
Ve bir içten teşekkür de harika çizimiyle yazıyı renklendiren Esen Zafer dostuma…
Alaaddin’in Sihirli Lambası Dilek perisi Pandora’nın Kutusu Şiddetsizlik Sistem değişikliği
Last modified: Nisan 16, 2023