*Bu yazı, film hakkında spoiler içermektedir.
Güneş, adeta Napalm patlamasından sonra oluşturduğu bir ateş topu
gibi batmaya hazırlanırken yeşil, nemli ve sarmaşık gibi yağmur
ormanlarının arasından “birkaç” Amerikan askeri helikopteri yükseliyor.
Yer, soğuk savaşın dünyanın en sıcak yerlerinden birinde tezahür ettiği;
şimdiki resmi adıyla “Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti”
O zamanlar ise Kuzey Vietnam.
Birçoğumuza tanıdık gelen bu sahneyle The Godfather serisi ile epik, dramatik bir hikaye sunan Francis Ford Coppola’nın, bu sefer ‘dehşet’i filmleştirdiğine tanık oluyoruz: Apocalypse Now (Kıyamet)
İlk önce filmin başlangıç sahneleri ve kahramanımız Yüzbaşı Willard’ın (Martin Sheen) varoluşçu bir şekilde sorduğu temel soruları politik açıdan değerlendirelim.
Amerika Birleşik Devletleri, sınırlarının çok ama çok uzağında yer alan Vietnam’ın toprakları üzerinde nasıl olmuştu da savaşın birincil öznelerinden birine dönüşüp aynı zamanda kendi ülkesi içinde bu kadar kayba sebebiyet vermişti?
Amerika Birleşik Devletleri nasıl, bir zaman geldiğinde Francis Ford Coppola gibi Hollywood’un ünlü yönetmen ve yapımcısının bu savaşı anlatırken ‘dehşeti’ anlatmasını sağlamıştı? ABD, Vietnam’da ne uğruna savaşıyordu?
Filmin açılış sekansı oldukça pür bir cevapla karşılık veriyor bu karmaşık sorulara. Palmiye ağaçlarının yükseldiği kusursuz bir manzaranın önünden askeri helikopterler geçiyor sırayla… Sonra devasa bir patlama yaşanıyor palmiye ağaçlarının üzerinde… Artık yeşil, korkunç bir turuncuya bulanıyor saniyeler içerisinde ve fonda bir müzik çalıyor; The Doors’tan “The End”, “This is the end, beautiful friend. My only friend the end …(Bu son, güzel dost, benim tek arkadaşım.) ” ABD, sonu çoktan belli olan bir savaşa sadece yıkım götürmeye hazırlanıyor.
Güney Vietnam, Amerikan askerlerinin dahi şaşkınlığını gizleyemediği bir şekilde, bir yandan hem kendisiyle hem de Kuzey Vietnam, Ho Chi Minh’in liderliğindekiViet Cong’la kanlı bir savaşın içerisinde. Güney Vietnam’ın sözde ittifakı ABD ve ordusu ise ABD Başkanı Dwight Eisenhower‘ın 7 Nisan 1954 tarihinde yaptığı basın açıklamasında ilk defa dile getirdiği Domino Teorisi ile Komünizmin yayılmasını “engellemek” adına Vietnam topraklarında savaşıyor.
Peki, neydi bu Domino Teorisi? Çin’de komünizmin kurulması, II. Dünya Savaşından sonra soğuk savaşın yaşanıyor olması ve 1950’de yaşanan Kore Savaşı ile 1954 yılında Vietnam komünist ordusu Viet Minh‘in Çinhindi‘ye hakim sömürgeci kuvvet Fransa‘yı büyük bir yenilgiye uğratması ile Vietnam‘ın kuzeyinde bir komünist idarenin kurulması neticesinde, ABD’nin komünizmin yayılmasını engellemeye çalışan politikalarının temeli diye bir kısa özet yapılabilir. Ancak, tarihi olarak yaşananlar bu şekilde ifade edilebilirse de “özgürlükler ülkesi” ABD’nin korkunç politik saiklerinin vahametini ve kendi halkı dahil olmak üzere dünyadaki birçok halkın kaderini nasıl değiştirebildiğini açıklamakta oldukça yetersiz kalacaktır.
33. ABD başkanı Harry S. Truman, 12 Nisan 1945 – 20 Ocak 1953 tarihleri arasında, aslında kimsenin zaferinin olmadığı bir savaştan çıkan bir ülkeyi yönetiyor. Truman savaşa oldukça hakim biri. Hiroshima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarında yaşamlarını ve geleceklerini yitiren binlerce insanın ölümünün faili. Başkan Yardımcısı olduğu Franklin D. Roosevelt’in ölümüyle, II. Dünya Savaşı’nın son aylarında Başkan olarak göreve geliyor.
Truman, Sovyetler Birliği ve yanında yer alan herkesle “ne pahasına olursa olsun” mücadele verilmesi gerektiğini doktrin haline getirmişti. Bu doktrin, özgürlükler ülkesi ABD’yi “dehşet saçan” ABD’ye dönüştürecekti. ABD Başkanı Dwight Eisenhower‘ın 7 Nisan 1954 tarihinde yaptığı basın açıklamasında ilk defa dile getirdiği Domino teorisi ise Truman’dan başkasına ait değildi.
Fransızların çekilmesinin ardından Güney ve Kuzey Vietnam ayrılmış, kuzeyde komünist lider Ho Chi Minh’inliderliğindeViet Cong ve güneyde ise milliyetçi yönetimin başında Ngo Dinh Diem, savaş içinde. Artık Fransa’nın emperyalist işgaline karşı savaşanlar, ideoloji ve yönetim savaşı içerisindeler. Dwight Eisenhower, ABD başkanı olarak Viet Cong’un Güney Vietnam’a saldırması üzerine, ilk önce sadece güney askerlerini eğitmek üzere Amerikan askerlerini yıllarca sürecek bir savaşın karanlığına gönderiyor.
Daha sonra John F. Kennedy’nin suikasta uğradığı tarihe kadar, geri dönüşünün imkânsız olduğunu kendisinin bile kabul edeceği politikalar sonucunda, sırayla Lyndon Baines Johnson ve Nixon’ın başkanlıklarındaki ABD, Vietnam’daki savaşın başrolü haline gelecekti. Sonuç; işkenceler, korkunç bombalamalar, infazlar ve dahası sonucunda, milyonlarca insanın ölümü, yerleşim yeri, tarım arazileri ve ormanların yakılıp yıkılışı ve dünyaya yayılan bir “çığlık”.
Apocalypse Now, ABD için savaşın bu noktadaki tüm politikasını, bir askerden bir diğerine uzanan psikolojik süreçte ele alarak, koca savaşı bir liderlik mitinde topluyor. Yıllar sonrasında Vietnam Savaşı: Bir Ken Burns ve Lynn Novick Filmi, antolojik belgeselinde bir ABD askeri şunu haykırıyor: “Vietnamın güzelliği insanı büyüleyecek şekildeydi. Palmiye ağaçları, sonsuz ormanlar, genç kadınlar…” Francis Ford Coppola, filmde birlikte çalıştığı sinematograf Vittorio Storaro ile bu güzelliği, savaşın içerisine muhteşem bir sinematografi ve dahiyane bir (doğal/yapay) ışık kullanımı ile yerleştiriyor.
Sinema tarihinin en maliyetli işlerinden biri olarak sonradan Coppola’yı iflasa bile sürükleyecek olan bu film, şu ana kadar birçok eleştirmen tarafından, savaşın gerçekçi yanından çok ‘insan’ üzerindeki etkisini dillendirdiği şeklinde eleştirildi. Joseph Conrad’ın romanı Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness)’nin özgün bir uyarlaması olması sebebiyle bu eleştiriler desteklendi.
Tam bu noktada filme şöyle bir bakış açısı geliştirerek bakıyorum:
ABD askeri, istihbaratçı Yüzbaşı Willard, tekrar bir göreve çağrılıyor. Hali hazırda eşinden ayrılmış, dönecek bir yeri olmadığının farkına varan ve “Evimdeyken buraya gelmek için can atıyorum” diyen Yüzbaşı Willard, aslında hümanist ve en iyi komutanlardan biri olarak görülen, ancak sonradan ‘insanlık dışı’ yöntemlere başvurarak Vietnam’ın sınır komşusu Kamboçya’da halkın bir kısmını acımasız şekilde yöneten bir ‘katil’e dönüşen Albay Kurtz’ün öldürülmesi ile görevlendirilerek uzun bir yolculuğa çıkıyor.
Yüzbaşı Willard’ın hem kendisine hem de Kamboçya’ya uzanan savaş yolundaki yolcuğu tam olarak burada başlıyor.
Askeri bir botla ve yanına verilen birkaç kişiyle bu gizli görevi yerine getirmek için yolculuğa çıkan Yüzbaşı Willard, hem ABD askerinin savaşı nasıl sürdürdüğüne hem de Vietnam’daki savaşın gerçekliğine çarpıcı bir şekilde seyirci oluyor. Yanında henüz 17 yaşındaki bir gencin “Charlie”lere** karşı yürüttüğü savaşın içindeki çırpınmalarına şahit oluyor ve Genel Kurmay’a kadar yükselebilecek başarıdaki bir Albay’ın nasıl olurda böyle bir katliama sebebiyet vereceğini anlamaya çalışıyor.
“Vietnam Savaşı: Bir Ken Burns ve Lynn Novick Filmi” adlı belgeselde hikayesini ailesinden dinlediğimiz Denton Winslow Crocker Jr. adlı genç asker geliyor aklıma. Komünizmin dünyaya dehşetten başka hiçbir şey getirmeyeceğine yürekten inanan bu genç, ABD’nin Vietnam’a müdahalesi karşısında bu “vatani” göreve katılmak için yanıp tutuşuyor. Henüz 17 yaşındayken eline silah alıyor ve Vietnam’a gidiyor. Bu sırada tüm dünya, ABD başkanların sürekli Vietnam’da zafere çok yaklaştıkları şeklindeki ifadelerine rağmen savaşı yıllarca televizyondan izliyor. ABD’nin savaştaki yeri giderek yadırganmaya başlarken sonu gelmez, askeri başarısızlıklar ve ölümler sonucunda 68 kuşağı dünyanın her tarafında sesini yükseltmeye başlıyor. Denton Winslow Crocker Jr. gibi birçok genç asker de ABD’de ve dünyada yaşanan bu ayaklanmaları anlamlandırmakta çok zorlanıyorlar, çünkü onlara göre bu ‘kutlu’ savaşın (komünizmle mücadele) zaferle sonuçlanması gerekiyor.
Denton Winslow Crocker Jr. 19 yaşında savaşta hayatını kaybetmeden önce ailesine yazdığı mektupta, sonsuz bir umutsuzluk ile savaştan ne kadar yorulduğunu, oraya gitmesindeki sebeplerinin hiçbirinin artık bir anlamı olmadığını söylüyor.
Bu yönüyle film bu yolculuk sırasında ABD askerinin yaşadıkları üzerinden bize savaşın bir yüzünü anlatmak istiyor. Ancak Amerikan askeri bu noktada sadece bir sembol olarak kullanılıyor. Girdikleri savaşın sebepleri ve anlamsızlığı ile de savaşan askerler, sadece Viet Cong’lara değil, tüm Vietnamlılara “Charlie”ye dönüşerek öldürülmesi gereken korkunç yaratıklar gözüyle bakmaya başlıyor.
Bu noktada yolculuğun bir durak noktasında karşılaştığımız Teğmen Kilgore (Robert Duvall) çılgınca bir tablo sunuyor izleyiciye. Kilgore, savaşın ortasında, bombalar patlarken askerleri sörf yapmaya zorlayan, Napalm bombasının kokusu ile kendinden geçen ve Viet Cong’u bombalarken psikolojik bir savaş güderek helikopterlerden son ses Wagner’ın “Ride of the Valkyries” bestesini dinleten bir asker. ABD’nin Almanya’daki Nazi soykırımını bitiren savaşın galibi olmasından, Vietnam’daki ‘Nazi’liğine uzanan korkunç bir karakteri sunuyor Kilgore bize.
Yüzbaşı Willard’ın yolculuğundan çok, her bir askerin hikâyesinde ABD’nin savaştaki rolüne tanık oluyoruz aslında. Zira Yüzbaşı, Kilgore’u gördükten sonra şu soruyu soruyor kendine; “Kilgore’un Albay Kurtz’den farkı nedir?”
Albay Kurtz ile karşılaşmamız ve Yüzbaşı ile geçireceği günlerdeki diyalogları, artık bizi daha fazla korkutmuyor. Karşılaşma yaklaştıkça, savaş daha ne kadar daha kötü olabilir ki diye soruyoruz. Albay Kurtz, tapınaklardan birinin içerisinde adeta tanrılaşmış bir şekilde kendisine gönderilen genç Yüzbaşı’yı bekliyor o sırada. Bu karşılaşma, onun için de bir o kadar önemli. O da bir sonu olsun istiyor çünkü.
Kamboçya’da korkunç yöntemlerle kontrol altında tuttuğu halkı ile kendisine gönderilen kişiyi bekleyen Kurtz, ABD’nin o güne kadar savaşta kullandığı tüm yöntemleri ile ta kendisini temsil ediyor aslında. Amerika da ait olmadığı bir yerde, insanlık dışı bir savaş veriyor, Albay Kurtz de. Amerika da öldürüyor, Albay Kurtz de. İkisi de organik olmayan hükümdarlıklarını sürdürmeye çalışıyor. Yüzbaşı Willard henüz Kurtz ile karşılaşmadan, yolculuğun kendisinden, bunların hepsini idrak edebiliyor.
Kurtz’ün tapınağında esir olduğu süre boyunca Willard’a okuduğu gazete kupürleri manidar; “ABD savaşı kazanmak üzere!, Vietnam’ın özgürlüğüne kavuşmasına çok az kaldı!”
Willard’ın kendisini öldürmesini bekleyen Albay Kurtz’ün (Marlon Brando) bütüncül bir politikayı sahnelediği, sinematografik olarak da anlatılmaya çalışılıyor. Genelde, ışık oyunları ile yüzünün yarısını görüyoruz. Diğer yarısı karanlıkta. ABD televizyonlarında bağıran Başkanarın yüzü ve savaşın karanlık gerçekliğinin yüzü gibi adeta.
Bir yanda hümanist, başarılı ve ölçülü bir askerken bir caniye dönüşerek insanları hakimiyeti altında tutan Albay Kurtz’ün hikayesi, diğer bir yanda Vietnam savaşı ile ‘özgürlükler’ ülkesinden çok ‘dehşet’ ülkesine dönüşen ABD’nin hikayesi. Belki de tam bu yüzden de Kurtz’ün son sözü ise “Dehşet” oluyor.
“Son”.
Albay Kurtz’ün ölümü son mu peki?
Değil.
Yüzbaşı Willard’ı bekleyen bir kalabalık var tapınağın dışında. Tanrılarının öldürüldüğü düşünen, karşısındaki dehşet karşısında boyun eğmek zorunda olduğunu düşünen bir halk. Burada kulaklarımızda ister istemez yine “The End” çalıyor. Yıllarca sürecek bu savaşın bir sonu var mıydı? Yoksa sonu başından belli miydi? Zira Willard, kendisini kısır bir döngünün içinde bulmuştu.
Film bu kısır döngü içerisinde sona eriyor.
Peki, sonra ne oldu?
Kuzey ve Güney Vietnam 1975 yılında birleşti. Bugün resmi ismi “Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti”.
ABD savaşta binlerce kayıp verdikten sonra, travma sonrası stres bozukluğu sebebiyle intihar eden askerlerin yuvası haline geldi. Bu savaşın, gerçek anlamda kaybedeniydi.
ABD’nin girdiği bu kanlı savaş hızlıca bir mücadeleye ışık oldu. Artık hikâyelere, doktrinlere ve teorilere aldanmayan yurttaşların kendi özgürlük ve eşitlik mücadelesi konuşulacaktı. Hem de Dünya’nın her bir yerinde.
1968 Temmuz’unda İstanbul’dan da çok kuvvetli bir ses yükseliyordu benzer bir ışıkla. Binlerce öğrenciden oluşan bir grup “Evine dön Yankee!, 6. Filo Defol” yazılı pankartlarla Dolmabahçe’de sesini duyurmaya çalışıyordu.
6. Filo’nun dönebileceği bir evi vardı. ABD, her ne kadar savaşın başrolü olsa da sınırlarının çok ötesinde bu savaşı gerçekleştirmişti. Vietnam halkının ise artık gidebilecek bir evleri yoktu. Neredeyse yaşam alanlarının hepsi yakıp yıkılmış, aileler paramparça olmuştu.
Domino teorisi ışığında korkulanlar, vahamete sebebiyet vermişti.
Ancak, 68 kuşağının bu vahametle tecrübe ettikleri, inanılmazdı. Sosyalizm, Komünizm sözcükleri bir daha dillerden kolay kolay düşmeyecek şekilde meydanlarda yükseliyordu. Savaş, birçok ülkenin kaderinde “domino” etkisi yaratan; bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük talebiyle tutuşan bir ışığa dönüşmüştü. Güneşin adeta Napalm patlamasından sonra oluşturduğu bir ateş topuna benzeyen rengi, gençlerin yüreklerinde ışık saçan bir yıldıza dönüşmüştü.
*Apocalypse Now (1979 ) IMDB
**Charlie: Amerikan askerlerinin savaş sırasında Vietnam’lılara hitap şekilleri.
1968 Apocalypse Now film film inceleme Kıyamet sinema Tarih Vietnam
Last modified: Haziran 7, 2020