Yazan: 11:21 am
Kategori: Edebiyat, Felsefe, Sanat

Tahmini okuma süresi: 3 dakika

ÇEMBER’E GÜZELLEME

…Olsun varsın, unutup unutup hatırlamak bizim işimiz. Değil mi ki adımız insan ve anlamlarından biri unutan, unutacağız elbette. Unutup unutup tekrar hatırlayacağız özümüzde kim olduğumuzu. Oyun tam da bu; kaybedip kaybedip yeniden bulmak. Böyle böyle öğrenecek, böyle böyle büyüyecek ve genişleyecek, bir noktada geri dönülmez bir hatırlama hâline girdiğimizde ise kendimize sığamayıp taşacağız.

çembere güzelleme

ÇEMBER’E GÜZELLEME

***Başlamadan: Eğer ki çember deyince aklınıza sadece bir geometrik şekil geliyorsa, arama motorunuza “çember-101” yazarak en üstte çıkan yazıyı okumak, neyden bahsettiğimi daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir.

Huzurla uyandım bugüne. Uzunca bir zaman dirençli olduğum çevrimiçi çemberlere ısınıyorum yavaş yavaş ve dün, dört hafta sürecek bir yolculuk için ilk kez bir araya geldik sevgili grubumuzla. Sıcacıktı… Sabah gözümü açtığımda zihnime düşen ilk şey, bunun şükrü oldu.

Yıllardır yüzlerce çembere oturdum, birçoğunu kolaylaştırdım; buradaki büyüye hâlâ akıl sır erdiremiyorum. Ne oluyor da çok temel ve basit birkaç ilke/niyet çerçevesinde bir araya gelen herhangi bir grup, bir anda bambaşka bir enerji alanına giriyor; kalpler açılıyor, derin paylaşımlar ortaya çıkıveriyor? Ne oluyor da orada, belki en yakınımızdakine duymadığımız şefkati ve kalp açıklığını bir yabancıya duyabiliyoruz?

Hele hele çevrimiçi bir alandayken bile bunun olabilmesine ne demeli? Geometrik olarak gerçek bir çember formunu oluşturmak mümkün değilken, kimseye kanlı canlı dokunamaz, sarılamazken; kimsenin kokusu kokumuza karışmazken, merkezimizde hepimizin görüş alanında bir ateş yanmazken ne oluyor da değiyor gönüller birbirine?

Belli ki niyetimiz temas etmek olunca, zahirde (görünen) birbirimizden uzak olsak bile bâtında (görünmeyen) ruhlarımız yan yana geliveriyor ve birbirimizin şahitliğinde dokunuveriyoruz hem kendi özümüze hem de diğerlerine…

***

Çember alanı gerçekten de büyülü; orada otomatik pilottan çıkıp yavaşlıyor, belki günlük koşuşturma esnasında pek yapamadığımız çok önemli bir şey yapıyoruz: kendimize temas ediyoruz…

Kendine temas etmek dediğimiz şey, öylesine hayati olmasına rağmen modern insanın o kadar az deneyimlediği bir şey ki… Bunun derin açlığını çekiyor ama nereden kaynaklandığını bilemiyoruz. Açlığın kaynağını bilmeyince bizi doyurmayacak şeylerle avunmaya çalışıyoruz ve çabalarımız çoklukla nafile kalmanın da ötesinde yeni hazımsızlıklara götürüyor bizi. İhtiyacımızı, ihtiyacımız olmayan şeyler üzerinden gidermeye kalktığımızda kendimizi fazlalıklarla doldurmaktan başka bir şey yapmıyoruz. İhtiyacımız olmayan gıdalar, ihtiyacımız olmayan kıyafetler, ihtiyacımız olmayan elektronik ve diğer eşyalar, ihtiyacımız olmayan işler, ihtiyacımız olmayan uğraşlar, eylemler…

Ve bütün bunlar önce kendimize zarar veriyor, sonra çevremizdekilere ve bunla da kalmayıp bütüne…

İnsanlık olarak girmiş olduğumuz yol bazen çok yüksek derecede bir umutsuzlukla başbaşa bırakıyor beni. Çamura öyle batmış görüyorum ki bizi, buradan çıkmak hiçbir şekilde mümkün değil gibi geliyor. Nesiller boyu biriktirdiğimiz bütün o ağırlıklar, acılar, kendin olamamalar bir sonrakinin daha da eksi bir sermaye ile başlamasına neden oluyor sanki ve işler gittikçe imkansızlaşıyor.

Sonra iklim değişiyor, Akdeniz oluyor; umut dalgaları yağmaya başlıyor üstüme. Bazen bir çocuğun parıltısı, bazen bir dostun selamı, sıkça da çember alanındaki bir olma hâli ile kalbimin genişlediğini fark ediyorum. Tüm aksi propagandaya ve mevcut kurguya rağmen, aslında birbirinden bağımsız ve rekabet hâlinde birimler değil, koskocaman bir bütünün parçaları olduğumuz bilişi içimde yeşeriyor.

Yaşama layık olduğu üzere hizmet edebilmek için ne kadar çok olanak olduğunu görüyorum. Bunca karmaşa ve kirlilik içinde yapacak çok şey olduğunu ve umutsuzluğa kapılmanın değil, eyleme geçmenin vakti olduğunu hatırlıyorum. Şöyle demişim üç yıl önce: “Yaşamımızda, dünyamızda neredeyse her şeyin çığrından çıkmış olması, önümüze kocaman bir yapılacaklar listesi çıkarıyor. Bu listeden bazı maddelere çekiliyoruz birçoğumuz. Nereye çekiliyorsak orası doğru yer, oradan başlayalım! Herkes tutabildiği yerden tutsun. Korkmadan, güvenle… Tek tek ve birlikte…”

Hücrelerim nasıl ki birbiri ile çatışmaktansa müthiş bir uyum ve eşgüdüm içinde yaşıyor, bizlerin de esasında bunu yapmaya yazgılı olduğumuzu, bir yandan da bunu yap(a)mayışımızın ve bol miktarda kazaya uğrayışımızın da oyunun bir parçası olduğunu; bunda da sorun olmadığını biliveriyorum. Lakin daha iyiye, güzele gidişin daha keyifli bir yolculuk yaratacağını da bildiğim için kazaları azaltmaya, kaderimizi yaşamaya yönelmeye doğru bir çabanın, yapmamız gereken tek şey olduğunu da fark ediyorum.

Çember bunun için var işte. Gölgelerimizle yüzleşmek, “diğerleri” dediğimiz aynalarımızda kendimizi görmek, içimize dönebilmek ve kim olduğumuzu bilebilmek için var. Bu bilgiye erişimimiz arttıkça her şey kolaylaşıyor, hafifleşiyor. Çember, kahramanın sonsuz yolculuğunda ona destek olabilecek tek yol değil belki ama -bana göre- en etkililerden biri…

Ve bir kere çember enerjisine uyumlandığımızda, hayatın geri kalanı ve çember ayrımı ortadan kalkmaya başlıyor. Arif’e her yer çember oluyor. Gönülden iletişmek bir yaşam yolu hâline geliyor; yalınlaşmak, öz konuşmak, can kulağıyla dinlemek ve spontanlık çerçevesinde bir akış başlıyor. Çemberin ilkeleri/niyetleri yaşamın bütününe taşınmaya başlıyor. Bir noktadan sonra çember ruhu öylesine işliyor ki içimize; birilerine akıl vermek imkansızlaşıyor, yargılamalar son derece azalıyor, en “kötü”, en “yanlış” addettiğimiz davranışların bile arkasında bir hikâyenin, makul bir gerekçenin olduğu bilgisi yerleşiveriyor içlerimize.

Bunca yıldır, bunca çemberde binlerce kişiyi dinledim. En soylu ve asil hikâyelerden en acı verici, en zararlı bir sürüsüne tanık oldum. Ve çember enerjisinde olmasalar muhtemelen tartışmaya ya da kavgaya tutuşacak kişilerin birbirine nasıl şefkatle alan tuttuğunu gördüm. Hikâyelerimizin bizi birbirimize nasıl da yakınlaştırdığını, ayrımları nasıl ortadan kaldırdığını, kalpten iletişim kurduğumuzda aslında hep var olan görünmez bağlarımızın nasıl da görünür hâle geldiğine şahit oldum defalarca.

Ve sonra ne yapıp edip burada yaşanan güzelliği unuttuğumuza; çemberin kalbimizi yansıtan gerçekliğinin yerine dışarıdaki o çılgın akışın nasıl da hızla yerleşiverdiğine, çember halinde iken ortaya çıkan tüm o içsel keşiflerin, farkındalıkların hızla unutulmaya terk edilebildiğine ve yaşam gailesi içinde yeniden bocalamaya dönüldüğüne de şahit oldum bolca.

Olsun varsın, unutup unutup hatırlamak bizim işimiz. Değil mi ki adımız insan ve anlamlarından biri unutan, unutacağız elbette. Unutup unutup tekrar hatırlayacağız özümüzde kim olduğumuzu. Oyun tam da bu; kaybedip kaybedip yeniden bulmak. Böyle böyle öğrenecek, böyle böyle büyüyecek ve genişleyecek, bir noktada geri dönülmez bir hatırlama hâline girdiğimizde ise kendimize sığamayıp taşacağız.

***

Dünkü çemberimiz “tüm kapılar açılsın” niyetiyle açıldı, “kilitli kapılar açılsa” şarkısıyla nihayete erdi. Kapıların, kilitlerin açılması için anahtarlara ihtiyacımız var. Uzaklarda aramaya ne hacet; kapı da biziz, kilit de, anahtar da…

ÇEMBER’E GÜZELLEME

* Bu yazı HT Hayat için yazıldı ve ilk olarak orada yayımlandı. https://hthayat.haberturk.com/yazarlar/emre-ertegun/1076343-cember-e-guzelleme

(Visited 205 times, 1 visits today)

Last modified: Temmuz 15, 2021

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!