Mutlu Günler*
“Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına”(1)
Sadece yaşamak şakaya gelmez diyen biri gülmeyi böylesine ciddiye alabilirmiş; oysa daha önce hiç mavi gözlü bir devi kahkaha atarken hayal etmemiştim. Başladığım yerde durmadım; ciddi şeyler düşündüm. Kafamda yaşlı ketum bir teyzeyi güldürdüm, sokakta mendil satan amcaya nanik yaptırdım, komada yatan hastayı bayırlarda Heidi gibi koşturdum, birine kendi cenazesinde tüm sevdiklerinin huzurunda kahkaha attırdım, neredeyse İsa’yı bile güldürdüm. Bana “Gülmek şakaya gelmez”1 diyip acınaklı bir tebessüm atmakla yetinse de; denedim.
Sonra gülmememi tembih eden şeyleri, ayıp şeyleri, mahremi, iffeti, tespihli dayıları, ciddiyet sahibi bireyleri, gülme abdestin kaçar diyen kaygılı teyzeleri, o zamanlarda gülmeyeyim diye girdiğim garip hâlleri, dersinde güldüm diye öfkelenen öğretmenleri ve öfkeli hâllerine bakıp abdestim kaçarmış gibi gülmemi tutmaya çalışan hâllerimi, kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak diyen erkek zihniyetini düşündüm ve en son tüm bunları Adile Naşit kahkahalarıyla, yumurta tokuşturmaca oynar gibi kafa kafaya verdim, her oyunda Adile Naşit kahkahalarını kazandırttım. Bana “Sen bir şey yapmadın, ben her türlü alırdım zaten” dedi.
Oyun sürerken zihnimin arka planına Hababam Sınıfı jenerik müziğini yerleştirdim; bir aşağı bir yukarı, bir yavaş bir hızlı oynatıverdim. Hayatı birdenbire inişleriyle çıkışlarıyla, hüznüyle huzuruyla, popomun aniden yere toslayabileceği bir tahterevalliye binmişçesine sevdim. Varsın, olsun, insanın bu hayatta poposu yere toslar zaten dedim; görkemli bir kaybeden oldum. Yeraltından Notlara gittim, İnsancıkları düşündüm, Dostoyevski okumanın en güzel yolunun ona gülmek olduğuna tüm ciddiyetimle bir anda inandım, düşüncenin tezatlarına, bizi en çok ağlatan şeyin bizi en güldüren şey olabiliyor oluşuna şaştım, Sisifos’u kader mahkûmluğunda mutlu ettim ve sonra gülmeyi bilen, rahatlıkla kendilerini gülerken hayal edebildiğim yakın zamanda yolumun denkleştiği insanları, Samandağ’ı, geçirdiğimiz temmuzu düşündüm.
Samandağlı Nâzım’ın “İnsanları hiç gülmüyor ve hep somurtuyor” dediği İstanbul’u düşündüm. Hatay’a duyduğu gönül bağını ve İstanbul’u hiç sevmeyişini düşündüm. Samandağ’ı terk etmeyi hiç düşünmemiş, “insan memleketini ve sevdiğini bırakmayacak” diyen Filiz Abla’yı düşündüm. Tanıştığım insanlardan öğrendiğim ilk Arapça kelimenin habip olmasını, bu kelimenin sevgililiği, dostluğu, hoşsohbeti aynı anda kendinde barındırabilmesini düşündüm. Barındığım evleri, beni içine davet eden, bacası olmadan da ocağı tüten viran evleri, o evlerden duyduğum gülüşleri, dâhil olduğum çemberleri, çemberde dönen müzikleri düşündüm.
Sonra öğrendiğim ilk Arapça cümleye, “Ma rihna nehna hon”e, gittim ve izini sürdüm. İlk duyuşumda bahhura, rihene ve Samandağlı kadınların ağıtlarına karışmıştı bu cümle. Depremden kırk gün sonra Samandağlı kadınlar hep birlikte hayatını kaybeden, enkaz altından çıkarılamayan sevdiklerini anmak için “Hüznümüz isyanımızdır” yazılı pankartlarıyla yürümüş ve defalarca tekrarlamıştı, “Ma rıhna nehna hon!”: “Gitmiyoruz, buradayız!”.
Kadınlar bir Arap Alevi geleneğini sürdürerek enkazlarda bahhur yakmış ve rihen taşımıştı; rihenin kokusu kutsal kabul edilip ferahlık verirken bahhur ise huzuru çağırmıştı. O yürüyüşte konuşma yapan Yeşil Sol Parti milletvekili Tülay Hatimoğulları ise “Biz Samandağlıyız, burada doğduk, burada yaşayacak, burada öleceğiz” demişti. Ölüye ağıt yakan bu cümle bir dahaki karşıma çıkışında ise yazın gelişini, bolluk ve bereketi, hayatı kutluyordu.
Evveltemmuz kökleri iki bin sene evveline dayanan, tarımda üretilenlerin hasadının birlikte yapıldığı, ürünlerinin paylaşıldığı bir bayramdı ve 1980 darbesinin ve geçtiğimiz senelerde iktidarın yasaklamaya çalıştığı, ancak çabalarını boşa çıkarmakta direten bir dayanışma kültürünün temsilcisiydi. “Ma rıhna nehna hon!” artık şalalaya, müziğe, çocuk seslerine, yaşamı yeniden kurma çabasının bereketine karışmıştı.
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına”
Samandağ’ın yeri, suyu, toprağı, çiçekleri, dağları, dalgaları insanına öylesine benziyordu ki ben ilk kez gerçek yerlilerle tanıştığımı anladım; doğan, büyüyen, ölen, ve yere, toprağa geri karışan yerlilerle. Şiire geri döndüm:
“Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir.”
Sonra hak verdim Samandağ yerlisi Nâzım’a; Samandağ bir yerdi ve yerlilerin gülebildiği, “yok olan bir şeylere benzerdi”. Yalnızca şöyle bir geçerken uğrayanların, sevmesi acele, dostluğu çabuk, hüznü bir caz müziği gibi gelip geçici, “o kadar çabuk/o kadar kısa” 2 olanların bir zamanlar hatırlamadan yitirdikleri, nasıl yok olduğunu bilmedikleri bir şeylere.
İzine düşülecek, gelenekleri sürdürülecek, yaşayan bir yere benziyordu yerli; vücudu o yere karışacak, toprağın hep farklı şekillerde yaşatmayı sürdüreceği bir yere. O yerin direngenliği dantel işleyen bir kadının ellerinde sırlanmıştı nesilden nesle:
“Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…”(2)
Haklıydı şair, o çocukları bilmezlikten gelmemeliydi kendisi de bir zamanlar çocuk olduğunu unutan Ahmet Abi:
Yerde ısrarla bir çiçek arayan ve sonunda bulup güneşbaskısını alan Gülçiçek, şiir okumayı teklif ettiğimde “ne şiir okuması, şiir yazmalıyız” diyen Nâzım,
Şubadap şarkılarında zıplayarak dans eden, tiyatrolar oynayan, şarkı söyleyen, origami yapan, gölgeler toplayan, çiçeği, ağacı, kuşu bilen çocuklar, toprağı tanıyan çocuklar, mavi kuşun gökyüzünü itmesine yardımcı olan çocuklar, yıkımın acısından gülerek bahsedebilen, yeniden evler yapmaya heyecanlı, hayal eden çocuklar ve rüyasında kaybettiği annesiyle olan, mavi gökyüzündeki beyaz bir fil, hafızası kuvvetli bir fil…
O çocuklar büyüyecek:
“Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.”(3)
Ellerinde tohumlarla umudu dürten bir yere dair hatırımda kalan soru; gülüşlerin, büyüyen buğdayların, temmuzun, ağaçlara esen rüzgârın, ocakta tüten kahvenin, postacıya verilen mektupların, denize bırakılan şişenin, dağlardan dalgaların sorduğu soruyla, Samandağdaki çocukların biz ayrılmadan önce sordukları soruyla aynı: “Bir daha gelecek misiniz?”
O soruya “Ma rıhna nehna hon” diyebildiğimiz gün, buradayız ve gitmiyoruz diyebildiğimiz, gidişimizin dönmeyi unutmadığı, geleceğin geçmişe dantel gibi bir geleneğe örüldüğü gün. Yasın festival, hüznün isyan olduğu, isyanın neşeyi çağırdığı, enkaz altında kalacağına korktuğumuz seslerin yankısını bulduğu, sessizliğe gömülenin sazımızda nota nota, tek tek gün yüzüne çıktığı, gözyaşının kuru toprağı suladığı, gözyaşının ağlamak olduğu kadar gülmek olduğu bir gün. Her yer yemyeşil oluncaya, bütün sevgiler sonsuz oluncaya dek tohumlar ektiğimiz o günlerde Mutlu Günler(4) dinlemeye buluşalım; hasadı öylece toplarız.
- Bu yazı Öylece Fanzin‘in 1. sayısı için kaleme alınmıştır.
Değinilenler:
1- Nazım Hikmet- Yaşamaya Dair
2- Edip Cansever- Mendilimde Kan Sesleri
3- Nazım Hikmet- Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz
4- Tülay German- Mutlu Günler
AĞIT EVVELTEMMUZ FESTİVAL GÜLMEK HASAT MA RIHNA NEHNA HON SAMANDAĞ TOHUM yer YERLİLİK
Last modified: Ağustos 30, 2023