Yazan: 6:08 pm
Kategori: Sağlık, Toplum & Hukuk

Tahmini okuma süresi: 10 dakika

Kapitalizm’e Mutfaktan Eleştiri – Protest Mutfak: Slow Food

Slow Food, kâr amacı gütmeyen eko-gastronomik bir sivil toplum kuruluşudur. 1986 yılında İtalya’da Carlo Petrini ve altmış iki arkadaşı tarafından ulusal bir hareket olarak başlatılmış ve 1989 yılında Paris’te 15 ülkeden delegelerin imzalarıyla uluslararası bir statü kazanmıştır.

Slow Food

Şimdiye kadar ki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.[1] Bu yüzdendir ki gastronomi tarihini ve gelişim sürecini de bu savaşımdan bağımsız incelemek birçok hataya düşmemize sebebiyet verir.

Kapitalist sistem, özü itibariyle kâr elde etmeye programlıdır ve bu yüzden gıda üretimine girmesi ile üretim ve tüketim tarzında da ciddi bir değişiklik yaşatmıştır. Örneğin gıdanın değerini sağlıklı, ekolojik ve sürdürülebilir olmasına değil; elde edeceği maksimum kâr miktarına indirgemiştir. Bu maksimum kârı elde edebilmek için gelişen bilim dallarını kullanarak insan sağlığını ve ekolojik dengeyi sarsacak bir üretim teknolojisi geliştiren kapitalizm, üretimini insan emeği ve doğa sömürüsü üzerine inşa etmiştir.

1950’lerden bugüne globalleşen dünyada sistem, kendi normlarına uygun bir beslenme biçimi olan Fast Food’u da dünya toplumlarına dayatmıştır.

Yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğimiz gibi insana ve çevreye oldukça zararlı olan bu beslenme türü; hegemonyasını inşa edince, buna karşı sistem eleştirisi ile birlikte sağlıklı, adil, sürdürülebilir gıda üretimini savunan Slow Food akımını da beraberinde getirmiştir.

Günümüzde ak ile kara mücadelesi gibi keskin hatlara sahip bu akımları incelemeye Fast Food beslenme biçiminden, tarihçesinden ve ekosisteme verdiği zararlardan başlayalım.

Kapitalizm'e Mutfaktan Eleştiri - Protest Mutfak: Slow Food
Slow Food – Fast Food

FAST FOOD NEDİR?

TDK’nin sözlüğünde “hazır yemek” olarak geçen ancak tam çevirisi “hızlı yemek” olan Fast Food, günümüzde gıda sektöründeki egemenliği, insanlığın yeme-içme serüveninin çok kısa bir bölümünü kapsasa da bazı araştırmacılar M.Ö. Roma’da da Fast Food ürünlerin Romalılar tarafından tüketildiğini iddia etmektedirler. Yani yaygın bilinenin aksine Fast Food, ilk defa Amerika’da ortaya çıkmamıştır. Hatta çoğu ürünün kökeni yüzyıllar öncesinin Avrupa’sına kadar dayanmaktadır.

Genel bir tanım yapmak gerekirse Fast Food; müşteriler için büfe, restoran ve seyyar tezgâh gibi yerlerde hazırlanan, genelde seri üretim yoluyla üretilip, hızlıca tüketmek veya paket yapılmak üzere satılan yiyecekler olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım günümüz için yeterli değildir. Fast Food üretimi mutfağa sıkıştırılmamalıdır çünkü bu besinlerin üretimi için gerekli ürünlerin zaman, mekân ve verimlilik yönünden kârı maksimize etmek ereğiyle, çeşitli kimyasalları kullanarak daha hızlı-daha az maliyetli üretilmesi de Fast Food gıda üretiminin bir parçasıdır.

Bu gıdaların üretiminde çevreye, tüketiminde ise insana verdiği zararlara geçmeden önce Fast Food restoran zincirlerindeki bazı ürünlerden örnekler verelim. Bu ürünler şunlardır: Hamburger, tost, dürüm, döner, cips, simit, balık ekmek, sandviç, pide, pizza, tavuk kızartması, kumpir, patates kızartması, soğan halkası ve çeşitli kroketler…

Kapitalizm'e Mutfaktan Eleştiri - Protest Mutfak: Slow Food
Fast Food

1950’lerde hayatımıza giren Fast Food restoran zincirlerinin şu anda dünyanın her tarafında bir hayli restoranı var ve artmaya da devam etmektedir. O zamandan bu zamana restoran sayıları arttıkça, gıdalarda da gıdaların içerisindeki bazı değerlerde de niceliksel bir artış gözlemlenmiştir. Buna örnek olarak: Toplam yemek ve tatlı sayısının %226 oranında artışını, besinlerdeki sodyum miktarını ve porsiyon büyüklüğünü gösterebiliriz. Üstelik böylelikle tüm bu artışlar kalori miktarını ve paralelinde sağlık riskini de arttırmıştır.[2]Zararlarını hepimiz kısmen bilmekteyiz ancak bu zararları bilmeyenler veya unutanlar için tekrar etmek, Slow Food’un ana çıkış noktasını anlamakta yardımcı olacaktır.

Kapitalizm, insanlığa çok az tamamen bitki bazlı besinler ve fazlaca işlenmiş gıda (Et, peynir, rafine tahıl ve şeker vb.) ile kendi normlarına uygun bir diyeti zorunlu kılmıştır. Bu beslenme yukarıda da belirttiğimiz gibi birçok sağlık problemine sebep olmaktadır. Bu hastalıkların belirlenen en büyük sebebi ise kalori fazlalığıdır. “Örneğin orta boy bir McDonald’s menüsü yediğinizde, günlük kalori ihtiyacınızın yarısından fazlasını karşılamış oluyorsunuz. Hem de tek bir öğünde! Eğer sıradan bir beslenme yolu seçtiyseniz, geriye iki öğün ve ara öğünler daha kalıyor. Bu da kalori fazlanız olmasına ve kalori fazlası ise obeziteye neden oluyor. Obezite ise kardiyovasküler hastalıklar, böbrek problemleri, tip 2 diyabet, karaciğer hastalıkları olmak üzere birçok sağlık problemini yaratıyor.”[3]

Değineceğimiz bir diğer olumsuzluk da yüksek miktarda sodyum alımıdır. Sağlıklı insanlar için önerilen sodyum miktarı minimum 500 mg, maksimum 2300-2500 mg’dır. Oysa orta boy bir Fast Food menüsü yediğinizde yaklaşık 1350-1400 mg sodyum tüketmiş olursunuz, bu da günlük alacağınız miktarın ortalama %57’sine tekabül eder. Sodyum tüketiminin denge halinde tutulması çok önemlidir. Çok az alınmasının zararlı olduğu gibi çok fazla alınması da hipertansiyon, kardiyovasküler hastalıklara, böbrek hastalıklarına, helikobakter bakterisinin üremesini artırarak mide de ülser oluşumuna, sindirim sistemi kanserleri başta olmak üzere diğer kanser türlerine ve alınan her 2290 mg sodyum ile yaklaşık 40 mg kalsiyum kaybına neden olmaktadır. Günde 40 mg kalsiyum kaybı da 10 yılda %10’luk kemik kaybı ile açıklanabilir. Bu da ileriki yaşlarda osteoporoza (kemik erimesine) yol açacaktır.

            Bunlar yalnızca bilinen zararlarıdır ancak bu gıda maddelerinin çiftliklerde üretilip, fabrikalarda işlenmesi sürecinde kullanılan; antibiyotikler, pestisitler (tarımsal ilaç kalıntıları), toksik metaller (kurşun, arsenik, cıva, kadmiyum), katkı maddeleri, plastik maddeler, hormonlar, dioksinler, PAH bileşikleri, akrilamid, radyonükleidler gibi maddelerin doğrudan veya kontaminasyon yolu ile girmesi; birçok sağlık sorununa, zehirlenmelere, hafıza kaybına hatta ölüme sebep olabilmektedir. Bunun yanında depresyona, infertilite’ye (kısırlık), menstrüel düzensizliğe ve bazı cilt hastalıklarına (akne, sivilce…) neden olduğuna dair ciddi şüpheler barındırsa da henüz araştırma evresindedir.

Kapitalist sistem insanı daha fazla sömürmek ve insanların kendi çizdiği yaşam modelinden çıkmaması için kişiyi kendine, emeğine ve çevreye yabancılaştırmıştır. Öyle ki artık insanlar; tükettikleri gıdaya, o gıdanın üretildiği ve kendinin de bir parçası olduğu doğaya yabancılaşmıştır. Son süreçte bu yabancılaşma o kadar artmıştır ki, insanların ekosistem açısından büyük bir tehlike barındıran uygulamalara karşı duyarsızlaşmasına sebep olmuştur.

Sistemin tüketim çılgınlığı yoluyla yarattığı bu düzen, sürekli üretim yapılmasını ve israfı zorunlu kılmaktadır. İnsanlık, kapitalizmin yarattığı rekabet yüzünden doğaya saygılı gıda üretiminden uzaklaşmakta ve ekosistemi de bir uçuruma sürüklemektedir. Konuyu daha fazla genişletmemek için insanlığın yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı Fast Food zincirlerine ürün yetiştirmek için yaptıklarına değinelim.

Fast Food zincir restoranlarına ürün yetiştirilmesi için dünyanın dört bir yanında ormanlar katledilerek yerlerine tek tip üretim yapan çiftlikler açılmaktadır. Farklı coğrafyalarda üretimi yapılan ürünlere kolay erişebilmek içinse ya genetikleri değiştirilmekte ya da ithal sürecinde ve sonrasında dayanıklı olmaları için çeşitli kimyasallar kullanılmaktadır. Birim alandan daha fazla verim almak için uygulanan yöntemler, kullanılan kimyasallar büyük ölçüde su ve toprak kaynaklarını kirleterek canlıların yaşam alanlarını da tahrip etmektedir. Öyleyse düşünelim, kapitalist gıda üretimi insana ve doğaya niçin bu kadar zarar vermektedir? Cevabı çok açık ve net: Daha fazla kapital…[4]

Kapitalizm'e Mutfaktan Eleştiri - Protest Mutfak: Slow Food
Fast Food

Bu durumu açıklamak için örnek vermek gerekirse, yerel tarımın bitirilmesi üzerine, küresel güney ülkeler ve şirketleri biyoteknolojiyi de kullanarak, ürettikleri kimyasallara dayanıklı ürünlerin patentini aldılar. Üstelik ürettikleri hibrit tohumlarını da dünyanın dört bir yanına ihraç ettiler. (Türkiye gibi bazı ülkelerde bu tohumlar dışında “yerli, atalık veya sandık” tohumu olarak isimlendirilen tohumların satışı ve üretimi bazı yasalarla kısmen yasaklanıyor.)

Çiftçiler artık tohumlarını saklayıp ertesi sezon yeniden ekemediği gibi, bunun yerine her yıl şirketlerden tohum ve bunlara karşılık gelen böcek ilaçlarını satın almak zorunda kalmaktadır. Bu işleyiş, kapitalist şirketler için oldukça kârlıdır ancak çiftçileri, tıpkı Hindistan’daki çiftçi intiharları salgınında olduğu gibi, er ya da geç topraklarının ve hatta hayatlarının kaybına yol açan bir borç sarmalı döngüsüne hapsetmektedir.[5] Ancak “Minareyi çalan, kılıfını hazırlar.” sözünde olduğu gibi kapitalistler bunu da artan dünya nüfusunu ve beslenme sorununu ortadan kaldırmak için yaptıklarını söylemektedirler.    

Kapitalist gıda üretimi, sağlıklı ve sürdürülebilir olmadığı gibi adil de değildir. Bugün dünyada 12 milyar insana yetecek miktarda yemek üretilse de insanlık nüfusu sadece 7 milyardır. Yani yaklaşık iki kat fazla yemek üretilmektedir. Bu fazla üretime rağmen dünyanın bir tarafında kronik beslenme yetersizliğine varacak derecede on milyonlarca insan açlık çekerken4, bir yandan milyonlarca insan aşırı beslenmeye bağlı olarak şeker hastalığı çekmekte ve 2,1 milyar insan da obezite ile mücadele etmektedir. Ancak bahsettiğimiz tüm bu olumsuzluklara rağmen insanlığın hâlâ bir umudu bulunmaktadır. Bu umut ise “iyi, temiz ve adil” bir gıda anlayışı ve sonradan sistem eleştirisiyle ayakları yere basan “Slow Food” akımıdır.

 

PROTEST MUTFAK: SLOW FOOD

Slow Food, kâr amacı gütmeyen eko-gastronomik bir sivil toplum kuruluşudur. 1986 yılında İtalya’da Carlo Petrini ve altmış iki arkadaşı tarafından ulusal bir hareket olarak başlatılmış ve 1989 yılında Paris’te 15 ülkeden delegelerin imzalarıyla uluslararası bir statü kazanmıştır.

Carlo Petrini, 50’li yaşlarda sosyoloji eğitimi aldıktan sonra politika alanında çalışmış, doğduğu ve halen yaşadığı yörenin köklerine sıkı sıkıya bağlı, geleneksel tarım ve yemek kültürleri ile biyoçeşitliliğin korunmasına kendini adamış bir isimdir. Fast Food’un en önemli temsilcilerinden biri olan McDonald’s’ın Roma’da ilk şubesini açtığını görünce, kültürel mirası ve biyoçeşitliliği koruma düşüncesiyle, yaşamımızı tekdüzeleştirmeye çalışanlara karşı Slow Food hareketini başlatmıştır. Carlo Petrini’ye göre yediklerimiz ‘’temiz’’ bir şekilde doğaya, insan sağlığına ve hayvan refahına zarar vermeden üretilmiş olmalı; üreticiler emeklerinin karşılığını ‘’adil’’ olarak almalı ve yediklerimizin tadı ‘‘iyi’’ olmalıdır.[6]

Slow Food
Slow Food

Kapitalist sistem hayatın doğal ritminden toplumları kopararak yaşamın hızlanmasına ve doğallığını yitirmesine sebep olmuş, gelen yeni nesil de bu hızlandırılmış yaşamı normal kabul etmiştir. Bu duruma tepki olarak çıkan Slow Food akımı, insanı ve doğayı merkezine alarak biyoçeşitliliği korumayı, yerel olana yönelmeyi, çevre duyarlılığını arttırmayı ve insanları yedikleri hakkında bilgilendirmeyi hedef almıştır. Slow Food hareketinin üç temel sac ayağı vardır, bunlar: Ziraat, ekoloji ve yerel-kültürel mirasın muhafazasıdır. Bu konuyu da sırasıyla açalım.

Slow Food, kapitalist gıda üretiminin (ya da Fast Food’un) reddiyesi ile birlikte alternatif bir gıda üretimini de sunmuştur. Çünkü hareketin çıkış noktası tarladaki ürünün, üretim koşulları (sağlıklı, iyi sürdürülebilir) ve üreticinin desteklenmesidir. Ziraat ayağı kısacası budur.

Kapitalist üretim özelinde gıda üretimi, yazının başında da belirttiğimiz gibi sistemini “insan ve doğa sömürüsü” üzerine kurmuştur. Slow Food’ta tam olarak bu duruma karşı ekolojik mücadelenin bir parçasıdır. Yazının ilerleyen bölümlerinde de değineceğimiz gibi Slow Food, gerek felsefesi gerek pratiği ile ekolojik mücadelenin en büyük mevzilerinden birini oluşturmaktadır.

Bir diğer unsur da yerel kültürün muhafazasıdır. Kapitalist sistem, insan yaşamının her alanında olduğu gibi gıda alanını da tek tipleştirmeye çalışmaktadır ki bu konuda da oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşı bir alternatif oluşturan Slow Food hareketi, tüm pratiklerinde yerel olanın korunması, arşivlenmesi ve yaşatılması için mücadele vermektedir.

Slow Food hareketinin gönüllüleri tüketici değil “yardımcı üretici” olduğu için Slow Food, üreticiler ve yardımcı üreticiler arasında bir kanal görevi de görür. Kısacası Slow Food basit bir yiyecek-içecek organizasyonu değil çok yönlü bir harekettir.

Kısaca genel amaçlarını söylemek gerekirse Slow Food hareketi, doğayı ve biyoçeşitliliği korumayı; üretimin, doğanın ritmiyle ve tüketimin de hayatın doğal ritmiyle uyumlu olmasını; kültürel mirasın korunmasını ve geleneksel bilgilerin yüceltilmesini; yerel üreticiye destek olunmasını; yiyeceğin tanınması ve nasıl üretildiğinin bilinmesini; yerli üreticinin ürettiği iyi ürünlere ulaşmayı ve tüketiciye lezzet eğitimleri vermeyi ve bunları yaygınlaştırmayı; kendi tabirleri ile sofraları renkli ve çeşitli ürünlerle şenliğe dönüştürmeyi hedeflemektedir.

Slow Food hareketi gastronominin politikayla, tarihle, tarımla, ve aynı zamanda farklı sosyal ve ekolojik sorunlarla derinden bağlı olduğuna inanmaktadır. Hareketin feslefesini de bu konular ile besleyip temellendirir. Slow Food hareketi felsefesini yaygınlaştırmak ve pratiğe geçirmek için birçok alanda çalışma yürütmekte ve proje geliştirmektedir. Bunlara sırasıyla değinelim.

KONVİVYUM

“Dünya Slow Food ağının temel birimi olan convivium (yerel topluluk), bulunduğu toplumun özelliklerini yansıtır. Her Slow Food üyesi, bulunduğu bölgede kendisine en yakın bulunan yerel topluluğa üyedir. Yerel topluluklar Slow Food felsefesini geliştirmekte ve yaymakta, Slow Food ağı içindeki bütün yiyecek üreticileriyle iletişime geçmektedir. Slow Food’un yerel topluluklar için belirlediği görevler ise şunlardır:

  • Hareketin felsefesini yaymak ve geliştirmek.
  • Üye katılımlarıyla hareketi büyütmek.
  • Sürdürülebilir tarımın ve tarım bilgisinin gelişmesine katkıda bulunmak.
  • Hareketin ulusal ve uluslararası projelerini yaymak ve desteklemek.
  • Yerel kurumlar, gastronomi kuruluşları, eğitim kurumları, üretici birlikleri, çevre koruma kuruluşları ve basın-yayın organlarıyla ilişki kurmak, ortak çalışmalar organize etmek.
  • Diğer yerel topluluklarla ortak çalışma ve birlikteliği sağlayacak ilişkiler kurmak.

Ülkemizde dördü İstanbul’da olmak üzere; Ankara, Bodrum, Çeşme, Didim, Gaziantep, Gökçeada, Iğdır, İzmir, Kars, Samsun ve Tire’de 15 yerel topluluk bulunmaktadır.”[7]

TERRA MADRE

Terra Madre, 2004 yılında Torino’da gerçekleştirilen ve dünya genelindeki yiyecek üreticilerini buluşturan bir organizasyondur. İki yılda bir gerçekleştirilen bu organizasyonun amacı: Slow Food hareketinin ilkelerini kabul eden yerel yiyecek toplulukları, üreticiler, akademisyenler ve aşçılar arasında sürekli bilgi alışverişini sağlamaktır.

GASTRONOMİ BİLİMLERİ ÜNİVERSİTESİ

Gastronomi Bilimleri Üniversitesi, Slow Food Hareketi’nin öncüsü olan Carlo Petrini’nin 2004 yılında İtalya’da kurmuş olduğu üniversitedir. Bu üniversite Slow Food hareketinin en önemli parçasıdır. Okul, Petrini’nin tanımına göre “yiyecek ve kültürler arasındaki organik ilişkilere odaklanan ilk üniversite” olarak kurulmuştur. Aynı zamanda bu üniversite, dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilere yiyecek teknolojisi ve ekolojisi, biyoçeşitliliğin korunması, yemek kültürleri ve mirası, gıda iletişimi konularında yoğun müfredat ve stajlarla lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitimler vermektedir.

SLOW FOOD BİYOÇEŞİTLİLİK VAKFI

Vakıf, üreticilere destek vererek biyoçeşitliliği korumaya katkıda bulunmayı hedefler.  2003 yılında kurulan bu vakıf, dünya gastronomi mirasını korumaya yönelik geleneksel-yerel yiyecek üretimini, sebze-meyve ve tahıl üretimini ve hayvansal üretimi korumak için birtakım projeleri desteklemektedir. Bu projelerden ikisi şunlardır:

– ARK of TASTE (NUH’UN AMBARI)

Nuh’un ambarı, kaybolmaya yüz tutmuş, dışlanmış ve unutulmuş ürünleri tanıtmak; arşivlemek ve yok olma tehlikesine dikkat çekmek için kurulmuştur. Bu hareket 1996 yılında İtalya’da başlamıştır.

– PRESİDİA

Presidia, Slow Food Biyoçeşitlilik Vakfı tarafından desteklenen, küçük üreticileri ve kaliteli, artizan ürünleri korumak için doğmuştur. Amacı, üreticileri organize ederek yeni pazarlar oluşturmak ve lezzetlere “adillik” ilkesi gereği ürünün gerçek değerini vererek üreticilerin geleceğini korumak ve üretimin devam etmesini sağlamaktır. Bu oluşum 1999 yılında İtalya’da kurulmuştur. Ek olarak Türkiye’nin ilk presidium’u Siyez’dir.                                        

Slow Food, bu gibi oluşumların bir uzantısı olarak 2014 yılında Afrika’da 1000’den fazla sürdürülebilir gıda yetiştiren bahçe kurmuştur. Okullarda, halk bahçelerinde, şehirlerde ve kıtanın dört bir yanında kurduğu bahçeler, hem istihdam sağlayarak yerel ekonomiye destek olmakta hem de yok olma tehlikesi ile karşılaşan ürünlerin üretimini sağlamaktadır. Buna bağlı olarak da Afrika’da tarımın seyrini değiştirmek isteyen gençlerden oluşan bir ağ oluşturmuştur. Hareketin Afrika projesinin yeni hedefi 10.000 bahçeye ulaşmaktır.

Fast Food ve kapitalist gıda üretimi ile Slow Food akımını genel hatlarıyla öğrendik. Son olarak da Slow Food’un hedeflediği “iyi, temiz, adil ve sürdürülebilir” gıdaya erişmenin mevcut düzende mümkün olup olmadığını, kapitalist üretimin doğaya ve insana verdiği/vereceği zararların önlenip önlenemeyeceğini ve Slow Food Hareketi’nin eksik yönlerini sorup cevaplayarak bir sona ulaşalım.

Kapitalizm'e Mutfaktan Eleştiri - Protest Mutfak: Slow Food
Temiz – Adil – İyi Gıda

HER ŞEY BU KADAR NETKEN SORUN NE?

Kapitalist sistem içerisinde insanlar hâlâ temel insani hakları için mücadele vermektedir. Öyle ki sağlıklı, iyi, kaliteli gıdaya erişme hakkı temel hak olmasına rağmen, mevcut sistem tarafından reddedilmektedir. Dünyada milyarlarca insan açlık ve sağlıksız beslenme nedeniyle birçok hastalıkla boğuşmaktadır. Kapitalizm daha fazla sermaye ve maden, enerji, gıda üretimi için doğayı talan etmekte, insanlığı ve dünyayı ekolojik bir felakete sürüklemektedir.

Wallerstein, Dünya Sistemleri Teorisi‘nde ülkeleri üç başlıkta inceler. Bunlar merkez ülkeler, çevre ülkeler ve yarı çevre ülkelerdir. Bu teoriye göre merkez ülkeler, (ABD, Almanya, Japonya…) çevre ve yarı çevre ülkeleri ucuz iş gücü, hammadde ve yiyecek elde etmek için sömürürler. [Bu duruma Kaz Dağları mevzusunda bozguna uğratılan projeyi, 2011 ve 2015 yılları arasında ünlü Fast Food zincirine soya ve et üretimi için 700.000 hektarlık orman yakılmasını, ünlü Fast Food restoran zinciri McDonald’s ve Mars, Kellogg’s, Procter & Gamble şirketlerine (Oral-B, Alo, Ariel, Gillette, Orkid gibi markaların ana kuruşu) palmiye yağı üretmek için imha edilen ormanları ve daha birçoğunu örnek gösterebiliriz.]

Bu ülkelerin, özellikle Avrupa devletlerinin, kendi ülkelerinde uyguladıkları “sözde” çevreci politikalar; ekoloji mücadelesi veren kimi kesimlerin gözünde toz pembe bir imaj yaratmaktadır. Ancak yukarıda da belirttiğim üzere kısmi çevreci ve sürdürülebilir üretim yapmaları, diğer ülkeleri sömürdükleri gerçeğini perdelemez ve perdelememelidir.

Konuya geri dönecek olursak durumu bir sözle kısaca özetleyebiliriz. “Kapitalist gıda üretimi; ekolojik yıkım, emperyalizm, insanlık dışı emek uygulamaları ve insan sağlığının bozulmasına dayanır.[8] Yani bu sistem içerisinde bugüne kadar ne insana ve doğaya verilen zararlar tamir edilebilir ne de bundan sonraki vereceği zararlar sermayedarların yapacağı reformlarla engellenebilir. Bu konuyla bağlantılı olarak da bu sistem hiçbir surette Slow Food’un hedeflediği gibi “iyi, temiz, adil, sürdürülebilir, ekolojik üretimin yapıldığı ve yerel yemek kültürlerin korunduğu” bir dünyayı yaratamaz. Çünkü bu iki sistemin çıkarları taban tabana zıttır.

Bir tarafta insanlığın ve doğanın çıkarları savunulurken, diğer bir yanda sermayedarların çıkarı esastır. “Slow Food’un aldığı hangi tutum yanlıştır?’’ sorusuna yanıt verecek olursak; Slow Food Hareketi sorunları tespit etmekte ve kısa vadeli çözümler üretmekte oldukça başarılı olmuştur ancak yaşanılan bunca sorunun kapitalist sistemden kaynaklandığını tespit etmesine rağmen bu konuda radikal bir söylem geliştirmekte çekimser kalmıştır. Tam olarak bu tutumu yanlıştır.

Sonuç olarak ekoloji mücadelesinin en büyük mevzilerinden biri olan bu hareket, protest kimliğinin yanı sıra mevcut düzene karşı sosyalizmin bir alternatif olduğunu radikal bir şekilde söylemesi ve programını buna göre uyarlaması ile ancak oluşumunu tamamlayabilir. Yani insanlık, ekolojik-sosyalist bir program ile uygulanacak çevre ve gıda üretimi politikalarıyla gitgide yaklaştığımız ekolojik yıkımın önüne set çekebilir, doğanın kendi kendisini yenilemesini sağlayabilir. Slow Food hareketi de bu sayede nihai hedefine ulaşabilir.

 Kısacası insanlığın ve doğanın kurtuluşu; yeşil mücadelenin (ekoloji mücadelesinin), kızıl mücadele (sosyalist mücadele) ile olan organik birlikteliğinin eseri olacaktır.

Mustafa Sazcı

Kapitalizm'e Mutfaktan Eleştiri - Protest Mutfak: Slow Food
KAPİTALİZME MUTFAKTAN ELEŞTİRİ – PROTEST MUTFAK: SLOW FOOD

[1] Komünist Parti Manifestosu – Karl Marx / Friedrich Engels

[2] https://evrimagaci.org/bizi-yavas-yavas-olduren-fast-food-hakkinda-gormezden-gelinen-gercekler-fast-food-ne-demek-neden-bu-kadar-fazla-fast-food-tuketiyoruz-8940

[3] https://evrimagaci.org/bizi-yavas-yavas-olduren-fast-food-hakkinda-gormezden-gelinen-gercekler-fast-food-ne-demek-neden-bu-kadar-fazla-fast-food-tuketiyoruz-8940

[4] Hatta kapitalizm, bu zarardan kaçmak isteyenleri de çok yüksek fiyatlara ürünlerin satıldığı “organik pazarlar” yoluyla kendi sisteminin içinde tutmaktadır. Kısacası bizlere, ‘’Paran varsa organik beslenebilirsin, ancak yoksa sağlıksız ürünlerle beslenmeye mahkumsun.’’ demektedir.

[5] https://www.polenekoloji.org/gida-kapitalizm-ve-sosyalist-bir-programin-gerekliligi/

[6] http://apelasyon.com/Yazi/715-iyi-temiz-ve-adil-gida-slow-food-

[7] http://ztbb.org/festival/geleneksel-tip-festivali-2008/slow-food/

[8] http://ztbb.org/festival/geleneksel-tip-festivali-2008/slow-food/

(Visited 263 times, 1 visits today)

Last modified: Ocak 14, 2023

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!