“Bildiğimiz dünya giderek yanan bir tımarhane gibi hissettirirken neden birileri felsefi kavramları veya temel eserleri okusun ki?”. Buna sadece kendi adıma bir cevap verebilirim ama umarım gerekçelerim sizin düşün dünyanızda da bir yerlere dokunur. Şeylere ve amaçlarına ilişkin sorularımın benden önceki insanlar tarafından ele alındığını, en azından gözden geçirildiğini bilmek ve bunlar hakkında okumak, gerçekliğimi ve duygularımı analiz edebileceğim ve daha da önemlisi zaman zaman kendi zihinsel bunalımımdan çıkış yolları bulabileceğim bir yapıya, bir kurguya oturtmama yardımcı oluyor. Bugünkü yazımın ve muhtemelen gelecek olan pek çok yazımın amacı da bu.
Batı Kapitalizmi’nin son aşamalarında tam bir “maskeler düşme” dönemine girdiğimiz tartışmasız bir gerçek. Şaşırtıcı olan ve konuşmamız gereken düşen maskeleri gör(e)meyen insan selleri ve bu konuda ne yapabileceğimiz.
Az önce bahsettiğim yanmakta olan bir tımarhanede mahsur kalmış gibi hissetmediğimiz bir gün bile yok. Klasik maddi streslere (parasızlık, aşırı çalışma) psikolojik veya metafizik stresler (yabancılaşma hissi, kontrol eksikliği vb.) de eklenince neden böyle hissettiğimiz açıklamaya gerek bile olmayan hale geliyor. Sistemin yapısal baskısını çoğunlukla ele almayan terapi, diğer iyi niyetli ancak sonuçta ters etki yaratan, kimilerine iyi hissettiren yaşam koçu kanalının yanında ancak insanı “günü atlatmaya çalışan” yöntemlere yönlendiriyor.
Bir de tabi şu kesimi unutmamak lazım:
– Hey merhaba! Neo-Nazi’lerin ve faşistlerin ortalıkta dolaşıp rastgele insanları vurduğunu biliyorum ama yoga yapmayı ve uygun bir plan satın almayı düşündünüz mü? Biyoenerji paketi de hediyemiz.
Sadece bu boktan gösteriyi sona erdirmek için değil, herhangi bir şansa sahip olup daha iyi bir yarın inşa etmek için nasıl araçlarımız olduğunu öğrenmek ve nasıl kullanacağımızı bilmek bize düşüyor. Birkaç temel tanımı ve bunların bugün ve yarın bizimle nasıl ilişkili olduğunu, bu konuşmanın kolektif çabalarımız için neden bu kadar önemli olduğunu ve ardından bugün bizim için ne anlama geldiğini ele alacağız. Bu bağlamda sınıfın nasıl işlediğini ve sınıf konumlarının hangi temelde belirlendiğini anlamak, toplumumuzdaki güç ve sömürü yapılarını ortaya çıkarmaya yardımcı olur.
Farkındayım ki, işçi sınıfı ile ilgili bir analiz yapmak bana düşmez. Bu yüzden sadece birkaç tanım ile alıntının üzerinden geçerek fikirlerimi sunmak isterim.
Kapitalist toplumda var olan sınıfların çok temel bir tanımı şu önermeyle başlar: işçiler yaşamak için emeğini satmak zorundadır ve kapitalistler emek gücümüzü satın alır ve yönetir.
Irkı, dini, cinsiyeti ne olursa olsun farklı deneyimlerden geçen ve sayısız baskıya maruz kalan; azınlık için kar yaratmak amacıyla sömürülen bir gruptur işçi sınıfı.
Başka bir deyişle sınıf, bir sömürü ilişkisidir.
Fakat ana akım analizlerde bu bakış açısı tabi ki kullanılmaz. Türkiye’de de alışkın olduğumuz üzere gelir düzeyleri, eğitim farkları, yaşam tarzları ve tüketim kalıpları, insanları çoğunlukla orta sınıf olan ve kenarlarında zengin ve yoksul insanların bulunduğu bir topluma bölmek için kullanılır.
Fakat bireyler kapitalist sistemdeki rollerini kavradıklarında ve kolektif çıkarlarının farkına vardıklarında, sadece koşullarını iyileştirmeyi değil, kaçınılmaz devrimi de hedefleyen işçi hareketlerinin, sendikaların ve siyasi seferberliğin oluşmasına yol açabilirler.
Peki nedir sınıfı belirleyen en önemli faktör?
Marx’ın da belirttiği gibi:
“Maddi üretim alanının dışından bir örnek verecek olursak, bir özel okul müdürü, öğrencilerinin kafasını şişirmenin yanı sıra, okulun sahibini zenginleştirmek için kendini yerin dibine batırdığı sürece üretken bir işçidir. Okul sahibinin, sermayesini bir sosis fabrikası yerine bir eğitim “fabrikasına” yatırmış olması bu ilişkide hiçbir fark yaratmaz.”
Marx ve Engels bu bağlamda “proleter mülksüzdür” diye yazmışlardır. Bahsedilen özel mülkiyetten kasıt televizyon ya da laptop gibi kişisel eşyalar değil, üretim araçlarıdır – kapitalistlerin sahip olduğu binalar, makineler, yazılımlar, ekipmanlar, aletler ve diğer araçlar.
Yani Marx işçilerin gerçek anlamda hiçbir şeye sahip olmadığını söylemiyordu. Geçim kaynaklarımızı üretmek ve yeniden üretmek için herhangi bir aracımız olmadığını ve bu nedenle kapitalist sömürünün insafına kaldığımızı kastediyordu. Bir inşaat şirketinin mekanik kürekleri, matkapları ve dozerleri vardır ve bunlar işçileri sömürüp kâr elde etmelerini sağlar. Benim çiçek ya da domates yetiştirmek için kullanabileceğim bir küreğimin olmasıyla karşılaştırılmayacak bir durum.
Toplumun yoksulları, istihdam veya servet eksikliği nedeniyle toplumun dışında duran bir “alt sınıfı” temsil etmez. Yoksulluk, işçi sınıfı deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır ve – mevcut krizin çok acımasızca kanıtladığı gibi – işsizlik çoğu işçi için sadece bir taş atımı uzaklıktadır.
Kapitalizm aslında her zaman belli bir düzeyde işsizlik ya da Marx’ın deyimiyle “yedek emekçi ordusunun” olmasını gerektirir. Patronlar, her zaman sizin işinizi almaya istekli bir başkasının olmasına güvenirler ve böylece işçileri işverenler tarafından belirlenen şartlara uymaları için disipline edebilirler.
Yüksek seviyelerdeki işsizlik, ekonomideki her gerilemenin acımasız bir özelliğidir, ancak “zamanın iyi olduğu” zamanlarda bile işsizlik milyonlarca kişi için hala acı verici bir gerçektir. Tabi şu da tartışılması gereken bir gerçek ki günümüzde “işsizler”in kapsamı 50 sene öncesine nazaran değişmiştir. Eskiden geçinmek için bazen iş bulan, sonra bir süre çalışmayan, gerekirse ilerde yine iş bulan bir grup olarak söz edilirdi işsizlerden. Fakat son dönem kapitalizmde artık tamamıyla işsiz olan, asla iş bulamayan tonlarca insan var. Bana sorarsanız bu sistemin kendini yiyip bitiren iç çatışmalarının güçlü örneklerinden biridir ve organize olmak için yeni imkanlar yaratmakta olan bir kategoridir.
Elbette bir orta sınıf da var. Onlar sadece televizyon ekranlarındaki parlak alternatif bir evrende yaşamıyorlar. Orta sınıfın, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasında duran bir toplum katmanı olduğu söylenir hep. Küçük işletme sahiplerinin yanı sıra orta düzey yöneticileri, amirleri ve sistem içinde makul miktarda özerkliğe sahip profesyonel meslekleri (doktorlar ve avukatlar gibi) içerir. Aslında bakarsanız genellikle sömürünün günlük yüzüdürler. Yöneticinizi her gün iş yerinde görürsünüz. Çalışmanızı zamla ödüllendirebilir ya da geç kaldığınız için sizi azarlayabilir, ancak bu düzenlemeden asıl kâr eden CEO ile nadiren karşılaşırsınız.
Ne kadar farklı kategorilerden bahsedilirse bahsedilsin Marx ve Engels’in 150 yıl önce Komünist Manifesto‘da yazdıkları şu cümle çok önemlidir ve asla unutulmamalıdır;
“Toplum bir bütün olarak giderek daha fazla iki büyük düşman kampa, doğrudan karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa bölünüyor: burjuvazi ve proletarya.”
Kişi bir sınıfa, bu kavrama inanıp inanmadığına ya da bu sınıfın çıkarlarıyla özdeşleşip özdeşleşmediğine bakılmaksızın aittir. Dolayısıyla sınıfsal konum ideolojiden ziyade maddi gerçeklik tarafından belirlenir. Bunu belirttikten sonra gelelim burjuva sınıfına:
Ülkelerimizde cezasız kalan, herhangi bir ahlak ve/veya etik kuralını tamamen hiçe sayan, yurt içinde ve dışında şiddetle baskı uygulayan bir sınıf var. Son 500 yıldır uyguladıkları şiddet, yaşanabilir gezegenimizi yok etti ve düzeltmek için yapacakları bir şey, bir hareket hala yok mu? Bu durum beni gerçekten fikirsiz bırakıyor ve sistemin işlevine ilişkin her türlü makro / mikro akademik çalışma, dünyayı sömürdükleri ve sayılarının çok fazla olmadığı basit gerçeği karşısında anlamsız kalıyor.
Her gün, daha fazla para ve güç için katıksız şiddet ile bizi yönetmeye devam eden bu hırsız şerefsizlerin en acımasız cüreti karşısında tamamen şaşkına dönüyorum. Devrilme noktası nedir? Bu sermaye sınıfının kötülüğüne ne zaman son vereceğiz? Biliyorum, cevaptan çok soru var.
Hayatlarımıza nüfuz eden bu bıkkınlık, insan çabasının özüne meydan okuyor gibi görünüyor. Ancak çeşitli sol felsefelerin savunucuları için yorgunluk, statükoya teslim olmak için bir bahane değildir. Bunun yerine, hayatın devam ettiğini, kaderin yetersiz olduğunu ve kolektif çabayla zafere ulaşılabileceğini ileri sürerek iradenin kalıcı bir iyimserliğini savunuyoruz.
Hayat Devam Ediyor
Marksizm tarihsel diyalektiğin ve değişimin kaçınılmazlığının altını çizer. Toplumsal adaletsizlikler ve sömürü ile karşı karşıya kaldığımızda, daha adil bir dünya için mücadelenin, kapitalizmin çelişkileri tarafından yönlendirilerek devam ettiğini unutmamalıyız. Hayat devam eden bir süreçtir ve yorgunluk bizi ilerlemekten alıkoymamalıdır.
İradenin İyimserliği “İradenin iyimserliği” kavramı, kültürel ve ideolojik mücadelenin önemini vurgulayan Antonio Gramsci ile yakından ilişkilidir. Görünürdeki aksilikler karşısında toplumu değiştirme iradesinin varlığını sürdürmenin önemini vurgulamıştır. İradenin bu iyimserliği, göz korkutucu olduğu zamanlarda bile adalet mücadelesinin entelektüel ve kültürel direniş yoluyla sürdürülebileceğini ima eder. Eğitimin ve bilinçlendirmenin dönüştürücü gücüne olan güven, bireylerin daha iyi bir dünya için mücadeleye devam etmelerini sağlar. Daha geniş anlamda, kolektif eylem ve karşı-hegemonyanın geliştirilmesi yoluyla madun sınıfların yönetici elitlerin egemenliğine meydan okuyabileceği ve nihayetinde toplumu dönüştürebileceğini söyler.
Biz Kazanacağız
Yankılanan “kazanacağız” iddiası, zafer potansiyeline olan sarsılmaz inancı temsil etmektedir. İşçi sınıfının birleşik ve örgütlü olarak baskıcı kapitalist sistemleri yıkacak güce sahip olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca hareketlerimizin karşılaştığı zorluklara ve gerilemelere rağmen, adaletin eninde sonunda galip geleceğine olan güven bizi sınıfsız bir toplum arayışımızda ısrarcı olmaya itiyor. Bu kesin kararlılık temel ilkemizdir.
Yorgunluğun çoğu zaman kararlılığımızı bastırmakla tehdit ettiği bir dünyada, Gramsci’ninki gibi felsefeler bir karşı direnç noktası sağlar. Hayat devam eder, kader yetersizdir ve iradenin iyimserliği bizi ileriye doğru iter.
Kazanmak için birbirimize ve geleceğe sahibiz!
Antonio Gramsci BASKATOPLUM burjuva engels işçi sınıfı KAPİTALİZM marx orta sınıf sınıf sınıf mücadelesi toplum yalın fındık
Last modified: Ocak 14, 2024