1. GÜN: İSTANBUL’DAN SAKARYA’YA
Interrail Türkiye Otostop sayfasından tanıştığım Pakize isimli hemşireyle İstanbuldan 500 T marifeti ile çıkıp otostopa başladık. 500 T‘de iken bize saran iki Adanalı cono çok tatlıydılar. Müzisyen olduklarını iddia eden bu gençlerden biri gereksiz fırlamaydı. Yaşları yirmiyi geçmeyecek olan bu kardeşlerimizin ikişer üçer tane çocukları varmış. Garip tiplerdi. Garip şekilde başladı yolculuk.
Sorunsuz bir otostop yolculuğundan sonra hızlı bir şekilde Sakarya’ya geldik. Şems bizi ağırladı. Garip bir şehirde garip bir kadın olan Pakize’yi de bırakıp garip bir geceden sonra garip bir yolculuğa çıktık Şemsle.
2. GÜN: SAKARYA’DAN ÇANAKKALE’YE
Saatler süren ilk bekleyişimizden sonra bizi alan küfürbaz tırcı genç İzmit gişelerine kadar bıraktığında henüz bütün İzmit’i yürüyerek geçeceğimizi bilmiyorduk. Sahiden belki 15-20 km yürüyüp şehrin dışına çıktık. Zar zor kendimizi Yalova’ya kadar attırabilmiştik. En son bizi alan tatlı dayımız, Sivasspor maçında Kayserili simitçi bir çocuğun Sivaslı taraftarlarca çekiştirilerek kol ve bacaklarından dört parçaya ayrıldığına inansa da, (Tamam Sivaslıları ben de pek sevmem ama çekiştirerek canlı bir insanı dörde ayıracaklarını da inanmamı beklemeyin) güzel adamdı. Ondan daha güzel bir adam olan büfeci Ali abimiz ise birdahaki gelişimizde bize Yalova’da aradığımız herşeyi bulmaya yardımcı olacağına dair söz verdi. Oradan zengin bir müteahhit olan, hükümete söverken kelime dağarcığımızı genişleten paralelci biri olmasına rağmen bunu inkar eden abimiz bizi Bursa çıkışına kadar, ordan da yine bir kaç farklı küfürbaz abimiz daha bizi Görükle’ye kadar bıraktı.
İşte o muhteşem insan, o şahsına münhasır şoför, o yaşına rağmen çok yakışıklı adam, nam-ı diğer “kasabanın gavuru”, yani “Gavur Mustafa” ile o kutsal yolda tanışma şansını yakaladık! Kapısı açılmayan ve kapanmayan, nasıl gittiğini kendi de bilmeyen, ilk rampada stop edecekmiş gibi duran, torpido gözünde İncil, arkada da Kur’an ve Tevrat bulunan arabasına bizi aldı sağolsun bu zat-ı muhterem. Arabaya biner binmez çocuklarına ve karısına sövüşünden hemen anlamıştım extrem bir adamla karşı karşıya olduğumu. Müslümanlara, türklere, ailesine, ülkeye, dünyaya ve herşeye küfreden bu kamyoncu abimiz Protestandı. Turgutlu nüfusuna kayıtlı olup, bütün sülalesinin ve meslekdaşlarının aksine bu yolu seçmiş, alanında tek olan böylesi bir abinin arabasına binebilmek, benim otostop kariyerim için çok kıymetli bir deneyimdi. İlk bakışta sanılanın aksine tam bir filozof olan Gavur Mustafa,( kendisini böyle takdim etti) susmak bilmeden bizi inanılmaz güzel bilgilere boğdu. Napolyondan, Aristoya, İbn-i Haldun’dan, Mao’ya, Konfüçyüs’ten ilahi kitaplara kadar pek çok alıntı yapıp bizi büyüledi. Dünya tarihine, dinlere ve felsefeye oldukça hakim olan bu inanılmaz abimizden öğrendiğim birkaç sözü paylaşmak isterim:
İhtiyara sormuşlar
–Derdin var mı?
-Niye olsun, çocuğum yok ki
-Düşmanın var mı?
-Hayır, kardeşim yok ki!
– Peki ya paran var mı?
– Borcum yok ki….
Ve bir ufak hikaye:
Avrupa’ya giden 2 Türk gazeteci kendilerine yollanan parayı bitirmişler ve Avrupa’da daha fazla kalabilmek için bir tavuk çiftliğinde çalışmaya başlamışlar. İlk başta tavukların boklarını çöpe atmak işiyle başlamışlar. Yüksek performansla çalıştıkları için patronları onlardan çok memnun kalmış ve yanlarında devamlı çalışmalarını isteyip onları daha iyi bir konuma yerleştirmiş. Yeni görevleri iyi yumurtalarla, çürük yumurtları ayırmak olan gazetecilerimiz bu işi bir türlü becerememişler. Bunun üzerine patron: ” İyiyle kötüyü ayıramıyorsunuz ama bok atmayı iyi biliyorsunuz. Mesleğiniz nedir?
-Gazetecilik….
Gavur Mustafa’ya sahiden büyük saygı duymuştum. Benim gözümdeki tek çelişkisi, bunca sağlam eleştiriden sonra Protestan olmasıydı. Güzel adamdı Gavur Mustafa. Anadolu’nun yollarında karşılaştığım ve asla unutamayacağım kıymetli halk filozoflarından biriydi. Bu paslanmış köhne arabanın içinde altın gibi parlayan fikirleri vardı. Ve ister kızın ister kızmayın, küfretmenin de estetik bir şey olabileceğinin yaşayan kanıtıydı. Anadolu’daki her güzel insan gibi, fikirlerini açıkça söyleyebileceği insanlar bulmuş olmanın verdiği açlık ve telaş vardı onda da. Uzun zaman bu cümleleri kuramayacağını bildiği için olabildiğince boşaltmaya çalışıyordu içini. Hem üzüldüm, hem sevindim bu duruma. Ama bu alaycı ve tüm varoluşu elinin tersiyle itmiş aylak ihtiyarı kuvvetle muhtemel bir daha göremeyecek olmam sebebiyle üzgünlüğüm ağır basıyordu. Eminim ne demek istediğimi anlayacaklarınız vardır.
Bu arada ilkinde başka bir tırcı abinin bizim için Çanakkale plakalı bir tırcıyla konuşmasından sonra, bizim Gavur Mustafa abi de aynı tırcıyı bir benzinlikte yakalayıp bizi alması için rica etti ama adam yine kabul etmedi. Biraz garip bir duruma düştük. Çanakkale güzergahında ilerleyen bir tırcı, iki farklı tırcının bizim adımıza ricasını reddetti. Ve ikincisinde ” Vay arkadaş bela mısınız başıma. Almıyorum, almayacağım işte inat değil mi. Beni mi takip ediyosunuz kardeşim, sapık mısınız? ” der gibi baktı. Hak verdim adamın bakışlarına. Gavur abiden de Çanakkale yolu ayrımında ayrıldık.
Bir başka kafa karıştıran durum da şuydu ki, Sakarya’dan Çanakkale’ye kadar, geçtiğimiz her yerde, yürüdüğümüz her yerde, yol kenarında mısır taneleri bize eşlik ediyordu. Sanki mısırları takip ediyor gibiydik. Hansel ve Gratel’in otostopla Çanakkale’ye gitmiş olduklarından daha mantıklı bir açıklama gelmedi aklımıza. Sahiden var olan herşey gerçek dünya ile iç içe geçmiş olmasına rağmen oldukça gerçek dışı şeylerdi. Hayırlısıydı tabi.
Yol boyunca dikkatimizi çeken bir başka mesele ise, arabasına bindiğimiz herkesin mütemadiyen hükümete sövmesiydi. Herkes dilinin döndüğünce bu adamlara küfrediyordu da, peki bu adamlar bu oyu kimden alıyordu? Gerçekten inanılacak gibi değil. Ufak çaplı bir kamuoyu araştırması yapalım dedik ama onun da içinden çıkamadık. Herşeyin hayırlısı. Yeri gelince tevekküle sığınmak lazım arkadaşlar.
Yine otostop kariyerimde bir ilk olarak ilk defa bir ticari taksiye binmiş oldum. Tatlı abimiz bizi Bandırma’dan Gönen’e kadar götürdü sağolsun.
Gönen’de taksiden indiğimizde inceden yağmur yağmaya başlamıştı. Tam güzel tarlaların bir fotoğrafını çekeyim derken, bizi alacağına hiç ihtimal vermediğim için serserice ve alaycı şekilde otostop çektiğim, adını dahi bilmediğim lüks bir araba duruverdi. Araba durmasına rağmen üstümüze alınmamız biraz zaman aldı. Arabada iki yaşlıca adam, birisi X Organize Sanayi Bölgesi müdürü/başkanı; yanındaki ise başkana ticari yalakalıklarda bulunan, pastanecilik ve kuruyemişçilik işleriyle uğraşan görgüsüz bir tüccar. Tamam adamlar bizi güzel arabalarında saatlerce ağırladılar, çay ikram ettiler eyvallah, onlara karşı borçluluk hissediyoruz ama sahiden öylesine itici, paragöz, gösteriş meraklısı, açgözlü muhabbetleri vardı ki tahammülü bizim için çok zor oldu. Filmlerdeki kötü karakterli tüccar tiplemesinin biraz törpülenmiş halleriydi. Yol, her zaman olduğu gibi yine bana bir şey öğretmişti; para kazanmak uğruna asla kendime olan saygımdan vazgeçmemeliydim!
Artık hava kararmaya başlamıştı ki iş adamları (!) bizi Çanakkale’ye on km kala bıraktılar. Gökçeada’da arkadaşlarımız bizi bekliyordu ve son vapur 10 dk sonra kalkacaktı. Yetişmemiz imkansıza yakındı ama biz yine de sınırları zorlayalım dedik. Artık iyice arsızlaşmıştık yetişme aşkıyla. Neredeyse arabaların önüne atlıyorduk.
İşte otostopun en çok keyif aldığım yönlerinden biri de budur. Yol boyunca onlarca defa vazgeçersin, karamsarlaşırsın, insanların böylesine gaddar olmalarına şaşırıp Allaha yakarırsın, senle dalga geçen her yeni korna yüreğini daha da katılaştırır, geleceğe ve hayata dair derin kararlar alırsın… Sonra kızmaktan vazgeçersin, üzülmekten de vazgeçersin, hatta keyiflenirsin, sana el hareketi yapıp küfreden sürücüleri bile seversin, her defasında bir kez daha denersin, iki saniye önce dünyanın en pesimist insanıyken bir anda tekrardan umut dolabilirsin, vazgeçmezsin, kafanda hayaller kurarsın arabaların içindeki insanlarla, onların hayatlarıyla ve kendinle ilgili. Bu süreç böylece sürüp gider. Yol boyu çok kısa zaman aralıklarında çok keskin duygu değişimleri yaşayabilirsin. Büyük bir mücadele söz konusudur otostopta. Parayla, zamanla, hava şartlarıyla, el kaldırdığın insanlarla, çürümüş yüreklerle, gericilikle, hakaretlerle, boş zihniyetlerle, yorgunlukla, çantanla, tutmaya çalıştığın çişinle, yol arkadaşınla, yolla ve en önemlisi kendinle savaşırsın.
Pes edip legal yollardan seyahat etmek gelir aklına sık sık. Parası neyse bi dolmuşa/taksiye atlayıp en yakın otogara gitmek vardır hep aklında. Ama pes edemezsin. Çünkü bilirsin ki vazgeçtiğinde, o güvenip de yola çıktığın güzel insanların yüreklerinden vazgeçeceksindir. Güzel insanların artık olmadığı gerçeğini kabul etmiş olacaksın. Eğer vazgeçersen sen değil de birbirlerini tanımaktan korkan, başka hayatlara dokunma ihtiyacı duymakla alay eden, tanımadığı insanlara asla güvenemeyen, kafasındaki onlarca dehşet verici senaryoları sayıp aslında kendilerini yansıtan, parasız hiç bir şey beceremeyeceklerini sanan, birbirlerinden kopuk, birbirine düşman, birbirinin rakibi, kardeşçe duygulardan bihaber olanlar haklı çıkacak. Vazgeçersen uzun yollarda sıkıntıdan geberen hoşsohbet insanları yalnız bırakmış olacaksın. Vazgeçemezsin çünkü bugüne kadar tanıdığın en güzel insanlardan hatrı sayılır kısmını yine bu yollarda bulmuştun. Bilirsin ki hala daha biryerlerde sevebileceğin, bazı direksiyonların arkasında yola düşmüş bambaşka hayatlara ve tecrübelere sahip bambaşka kafalar, yürekler ve bedenler var.
İşte tüm bu çatışmaları, iç hesaplaşmaları, umudu, umutsuzluğu, sevgiyi, heyecanı, karamsarlığı, mutsuzluğu, düşmanlığı, sinirlenmeyi ve hissizleşmeyi yaşarsın yolda. Otostopun en zor kısmı sanılanın aksine başka şeyler değil de tam olarak işte bu ruhsal savaşlardır. Ve benim en sevdiğim kısmıdır burası. Otostop bir inanç meselesidir. Çok defalar fark etmişimdir ki ben ne kadar pozitifsem, ne kadar inançlıysam yola, o kadar keyifli olur otostopum ve o kadar güzel insanla tanışırım. Bilirim ki insanları güzelleştiren bizzat benimdir. İşte o yüzden otostop benim için bir ulaşım şeklinden ziyade bir inanç meselesidir.
Vapura yetişme umuduyla tüm varlığımızla otostop çekerken de işte yine o bahsettiğim inanca sahiptik. Yarım veya bir dakika içinde yukarıda özetlemeye çalıştığım tüm o ruh hallerinin her rengini diplerine kadar yaşadım. Bu seferki savaş, vapura yetişme amacında vücut bulmuştu. Bizi birisi almak zorundaydı, yoksa yetişmemizin imkansız olduğunu söyleyenler haklı çıkacaktı. Mesele Gökçeada’ya gitmek değildi, pekala Çanakkale’de de bizi ağırlayacak dostlarımız vardı. Ama biz yola çıkarken akşam adada şaraplarımızı yudumlamayı hayal ettiğimiz için o adaya gi-di-le-cek-ti. Nasıl olacağını biz de bilmiyorduk ama işte o mucize her neyse bir an önce gerçekleşmek zorundaydı artık. Tüm bu duygu yoğunluklarını tek başına bile yaşaması yeteri kadar zorken, biz bir de diğerimizi nasıl olur da motive ederiz ya da rahatlatırız diye iki kişilik seviniyor, iki kişilik üzülüyorduk. Çoğu zaman bir diğerimizin o an neler düşündüğünü kestiremezdik tam anlamıyla. Yine de ortak bir dile sahip olmak zorundaydık evrene karşı. Yol arkadaşı olmak da sahiden çok garip bir şeydi. Hakkında bir ara çokça şeyler söylenilesi bir şey.
İşte yoldaşımla ortaklaşa evrene ‘bizi buradan götür’ diye bağırdık ve Başbakanlık X Kurumu Müdürü, Ankaralı, pek delikanlı bir abimiz aldı bizi sevecenlikle arabasına. Biz durumu izah edince o kelli felli adam, o koca müdür, o Kadir İnanır karizmasındaki adam, bizim için gideceği yolu değiştirip, bir gaza bastı, bir makaslara girdi ki aklınız durur. Biz mahçup olup kendisini bu zahmete sokmak istemediğimizi söyleyince ” Bu araba kamu malı gençler. Yani sizindir. Elbette işinizi göreceğim!” dedi. Hayatımda ilk defa bir devlet memurunu, bir kurum idarecisini böylesine halkçı ve böylesine meselenin aslını kavrayabilmiş şekilde gördüm. Koskoca müdür özel şoförümüz oldu ya, işte o nadide anda bir an için gözümün önünden kızıl bayraklarda orak çekiçler geçti. Çok kısa bir an komün değerleri hissettim. Ve o güzel insan bizi vapur iskelesinin içine kadar bırakıp güleç yüzünü de alıp el sallayarak gitti. Bizse mutluluğumuzu ertelemek zorundaydık çünkü imkansızı başarıp yetişmiştik ! İnanılmazdı, ama biz inanmış ve başarmıştık. Hatta daha bir kaç dakikamız bile vardı. Hayat sahiden güzel şeydi be!
Koşa koşa turnikeye yöneldik ki, binmemiz gereken vapurun 15 dakika önce kalktığını, bu saatten sonra kalkan vapura binip Avrupa tarafına geçsek bile oradan kara yoluyla Gökçeada’ya giden son vapurun kalktığı diğer iskeleye yetişmemizin inkansız olduğunu söylediler. Biz imkansız kelimesini duyunca birbirimize bakıp güldük tabi. Birkaç dakika boyunca zihnimizde şartları olabildiğince zorladık. En son , 5 dakika içinde 40 km falan yolu nasıl alırız diye düşünüyorduk. Tabiki de bir çözüm yolu bulamadık ve yetişemeyeceğimizi kabullendik. Ama ben dışımdan sövsem de içimde huzurluydum. Çünkü verdiğimiz savaşı kazanıp inandığımız şeyi gerçekleştirmiştik. İmkansız denileni yapıp 10 dakikada hem otostopla araba bulup hem de 10-12 kilometrelik yolu almıştık. Elbette hayatta herşey istediğimiz gibi olmayacaktı. Zaten Gökçeada’ya sabah da gidebilirdik pekala. Biz üstümüze düşeni fazlasıyla yapmıştık ve kendimizi kazanmış saydık. Tabi ki şarabımızı adada içmek fena olmazdı ama bunun çok da bir önemi yoktu verdiğimiz mücadelenin yanında.
Biz de 18 Mart Üniversitesi’nde öğrenci olan lise arkadaşımız Noyan ile buluşup merkezi, Aynalı Çarşı’yı, akarsuyu ve kitapçıları gezip, canlı müzik ve tatliş bir köpek eşliğinde biralarımızı içip, lise anılarından konuşup, sahil boyu yürüyüp arkadaşın evine gittik. Evde duş alıp rahatladık. Noyan’ın dünyalar güzeli ama huysuz dişi bir kedisi vardı. Mart ayı sebebiyle baş göstermiş olan bazı ihtiyaçlarından dolayı, evine yakışıklı bir erkek kediyi misafir edecek kadar ince biriydi arkadaşımız. Damat kedimiz az biraz deliydi ama çok şekerdi. Allah her erkeğe Noyan gibi kayınvalide nasip etsin.
3. GÜN: ÇANAKKALE’DEN İZMİR’E
Sabah uyandığımda kedilerin evin farklı yerlerine zulaladıkları çoraplarımı ve iç çamaşırlarımı aramak zorunda olmasaydım elbette güne daha enerjik başlayabilirdim. Erkenden evden çıkıp Noyan ile vedalaştık ve beraber kahvaltı yapmak üzere adada bizi bekleyen diğer arkadaşlarla buluşmak üzere atladık vapura. O vapurda biraz keyiflenmiş olmalıyız ki şöyle güzel diyaloglar geçti aramızda:
-Sence martılar mı daha yalnız yoksa insanlar mı?
-Martılar.
– Peki yalnızlık martıları mı yoksa insanları mı daha rahatsız eder?
-İnsanları.
…
…
…
– Senin hiç bir sınavda zevk alarak soru çözdüğün oldu mu?
-Evet.
– Dünya hayatı da tam olarak öyle işte benim için.
Keyifli deniz yolculuğumuzdan sonra Şems’in üniversiteden arkadaşı Cansın, adada okuyan ablası ve ablasının iki arkadaşı karşıladı bizi. Sadece bir buçuk saat gibi çok az vaktimiz vardı tekrar dönüş vapuruna binmek için. Çünkü günde sadece üç sefer vardı ve bir sonrakiyle dönersek İzmir için otostopa çıkamayacaktık.
Taksiyle bize hızlı bir ada turu yaptırdılar önce. Dün akşam, şerefimize açılışını öne çektikleri yeni açtıkları mekanı gösterdiler bize. Tabi biz önceki akşam gidemeyince kendi kendilerine içip eğlenmişler. Cansın’ın ablasının bu arkadaşı adada oldukça bilinen ve sayılan biri olmuş öğrenci olmasına rağmen. Öğrenciyken mekan açmanın ne demek olduğunu ben de kendimden bildiğimden saygı duydum çocuğa. Anlaşılan bu arkadaş bizi ağırlama işinin organizasyonundan sorumluydu. Sırf bizim için normalde kapalı olduğu halde açtırılan, eski Rum mahallesinde, yüksekçe bir tepede, adanın çoğuna hakim ve inanılmaz güzel bir manzarası olan o enfes otantik kahvaltıcıya gittik. Sobada pişen çayımız ve yine sobada kızaran ekmeğimiz eşliğinde leziz ege kahvaltımızı da yaptık. Bu kadarı yetmez dediler, bir de bana Gökçeada hatırası olarak kayık şeklinde bir biblo hediye etme inceliğini gösterdiler. Yine apar topar taksiye atlayıp küçük bir ada turu daha yaparak son dakikada vapura yetiştirildik. Elimizi cebimize atmamıza izin vermeyen bu güzel insanlar bizi öylesine güzel ağırlamışlardı ki, sahiden mahçup olmaya fırsatımız bile olmadı. O kadar kısa sürede bu kadar güzelliği nasıl sığdırmayı başardılar hayret doğrusu. Onlarla da kucaklaşıp, veda selfiemizi çekilip ayrıldık. Yine keyifli bir vapur yolculuğu ve yine kapanmayan ağızlarımız vardı.
Çanakkaleye dönüp yola çıktık. Eşini aldatan zıpır bir abimizle Altınoluk’a, dünyanın en tehlikeli şoförlerinden biri olan eski taksici Adanalı abimizle Edremit’e, arabasına bindiğim en genç ve en kafadar tırcı olma özelliğini taşıyan güzel insan Sinan kardeşle Aliağa’ya kadar geldik. Oradan da genç bir barmen arkadaşımız bizi İzban’a bıraktı ve tam gece yarısı Bornova’daki ablamın evine gidebildik. Akşam otostopu bizi biraz zorlasa da oldukça keyifli ve verimli bir gündü.
YOLA DEVAM
İzmir’de beraber birkaç güzel gün geçirdikten sonra Şems döndü. Bu süre içerisinde ‘Ezberbozan Kitapçı Recep’ isimli değişik bir sahafla tanıştık. Gerçekten beyinlerimizi yaktı. İyi niyetli ama çok sinir bozucu, çok konuşan bela bir herifti. Uzun müddet atıp tutmalarına maruz kaldık. Neymiş efendim başbakana mektup yazmış da ondan sonra Alevi açılımı olmuş. Neymiş efendim ona bütün doğuda ‘Ezberbozan’ diyolarmış. Neymiş efendim az mı azarlamış valileri, emniyet müdürlerini paralel yapılanma hakkında. Ulan herif benim bile gitmediğim köylerine gitmiş Sivas’ın. Birisi de çıkıp demiyor ki, sapık mısın kardeşim? Kuş uçmaz kervan geçmez, muhtarının bile ismini bilmediği köylere niye gidersin? Benim atalarım gitmemiş kendi köylerini çeviren dağların tepelerine, sen ne demeye gidip gezdin oraları be adam? Hayır neyi kaybettin de orda aramak aklına geldi. Tek yeşilliğin yılan boku olduğu kurak kayalıkların, çirkin dağların senin için cazibesi nedir benim güzel abicim? Niye caka satacam diye Allaha şirk koşuyosun? Neyse atlattık işte öyle bi badire.
Ondan önce de Kıbrıs Şehitleri civarında masalsı bir sokak keşfettik. Şöyle ki, bu ara sokağın iki yanı eğlence mekanları, türkü barlar, cafeler… Sokak dediysem harabe, pislik içinde, işletmelerin çöplerini bıraktıkları, kapılarını değil de arka kapılarını döndükleri bir sidikli bir geçit. Ama öylesine esrarengiz, öylesine karanlık, öylesine harabe, öylesine gerçekçi ki çok sevdik o dar sokağı. İki insanın yanyana zor yürüyebileceği ve iki adımda bir ya kırık şişeye ya da boka basabileceği bu sokağı asıl güzel yapansa, müşterilere sattıkları tüm o cafcaflara rağmen tüm işletmelerin çöplerini aynı renk çöp torbasına atıyor olduğu gerçeğiydi. Daha da güzeli , o yoldan yürürken, her adımda kulağınıza ilişen şarkının değişiyor oluşu… İki adım atıp kederle bir sigara yakıp, iki adım sonra devrimci marşı söyleyebiliyor, hangi ruh halindeyseniz gidip ilgili mekanın duvarının dibine sinebiliyor olmanız muazzam şeydi. Tam bir açık hava müzesi. Meraklısına önerilir. Ayrıca sarhoşken rahatça işenebilecek bir yerdi.
Yine aynı günün öğleninde çok şeker bir aşk yaşamıştım. ‘Bir küçük aşk hikayesi’ yazımı bu aşka ithafen kaleme almıştım.
Yine aynı günün akşamı ( ne günmüş be) Sivasspor’un Braga’dan yediği golü bir türlü aklından çıkaramayan çılgın Trabzonlu tekelci abiyle değişik bir sohbete tutulduk. Yine o akşam hayatımda ilk defa annem ve ablamla bir eyleme birlikte katıldım ( Berkin Elvan anması).
Gecenin finali ise, sarhoş bir kadının, yanından geçerken beni sert şekilde önce tartaklayıp, sonra onu taciz ettiğimi iddia edip, en sonunda belediye parkı korkuluğuyla dans etmesiyle bitti...
Ertesi akşam Şems’i uğurladım ve yeni bir yolculuğu planlamaya koyuldum…
30 Nisan 2015
aytekin aktaş Gezgin OTOSTOP seyahat yol
Last modified: Nisan 18, 2022