ABDALLAR
“Yalangızın sahibi ol Şah-ı Merdan’dır”
Abdallığın binasını sorarsan
Allah bir Muhammed Alî abdaldır
Hakikat ilminin aslın sorarsan
Cümle ululardan ulu Abdaldır.
Ben bu Abdallıktan gerüye kalmam
Tuttum Abdallığı elden bırakmam
Hem Hadîce hem Fatîma hem Selman
Kemer-bestelerin beli Abdaldır
Muhammed kırklara bir hayal gördü
Ol hayal ne imiş aslına erdi
Firdevs-i a’lâdan içeri girdi
Öten bülbüllerin dili Abdaldır
Muhammed kırklara belî bes dedi
Alî’yi görünce Allah dost dedi
Hak Muhammed Abdal olmak istedi
Muhammed Alî’nin yol Abdaldır
Dertli Kemter anladın mı hisabı
Seyyid Battal Gazi Abdülvehhâb’ı
Hem doksan bin halifenin sahabı
Hünkâr Hacı Bektaş Velî Abdaldır.(1)
Tende ve canda kendini vareyleyen Hakk’ın adıyla.
“Hakk ve Hakikat yolu, boynunda urganı hissettiği halde bildiği hakikatleri söylemekten ihtiraz etmeyenlerin yoludur diyor Mahmut Baba. Hakikat erenlerinin dediği gibi “Bilip susanda bilmeyen gibi gaflet içindedir. Keza Hakikat denilen şey yalnızca bilinmesi ile değil; dil, akıl ve gönül birliğiyle tasdiklenip söylenmesi ile Hakikat kimliğini kazanır. Meluli Baba’nın bir nefesi ile örneklendirmek gerekirse “Hakikat şehrinin yoluna giren,/Girdim diyen değil girenler mutlu.” Yani güzel canlar gerçeği fehmeden henüz Hakikat yoluna girmişken bu gerçekleri dillendiren o Hakikat’e ermiş olandır.”
İşte sevgili canlar bu dem naçizane fakirin de değineceği bu konu büyük oranda eleştirilere tabii tutulacak ancak “Aman ağzımızın tadı bozulmasın” kalıbını rehber edinmeyen bizler için yapıcı eleştiriler dışında diğerlerinin hiçbir etkisi olmayacaktır.
Bugünkü konumuz belki de uzun yıllardır kendi kaderine terk edilmiş, gerek iktidarların sistematik politikaları gerek Alevi hareketinin eksiklikleri nedeniyle yalnızlaştırılmış, belki de düğünlerimiz dışında ne yaşamımızda ne de mücadelemizde bir köşeye koyamadığımız, isimlerini ilk duyduğumuz atasözlerinde aşağılanan, horlanan Abdallar üzerine olacak.
Yazıyı uzun tutmamak adına Abdalları ve Abdallığın, Alevilikteki mahiyetini anlamak için işin tarihsel boyutunu tarihçilere bırakarak teolojik açıdan “abdal” kavramına ilişkin birkaç kelam edelim isterim.
İSLAM’DA VE ALEVİ BEKTAŞİ LİTERATÜRÜNDE ABDALLIK KAVRAMI ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI İNCELEME
HANGİ ABDALLIK ?
Abdal ve Abdallık kavramı belki de üzerinde henüz çoğu kimsenin uzlaşmaya varmadığı kavramlardan yalnızca birisidir. Abdal telakkisi, ilk defa ortaya çıktığı sıralarda, âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fakihler için de kullanılmaktaydı. Nitekim itimada en yakın bilinen abdal hadislerini nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemiştir (2). Bunun yanı sıra Ahmed b. Hanbel’in bu söylemindeki ve aktardığı hadislerdeki “Abdal” mefhumu tasavvufun veya batıni toplulukların yüklediği misyon ve anlamları içerisinde barındırmamaktadır. Bunu biraz daha açmak gerekirse İslami terminolojide veya şeriat merkezli İslam düşününde bu kavram içerisinde bizlerin yüklediği “ubûdiyyet, zühd, riyâzet, inzivâ, kalp temizliği, hulûl, velîlik” gibi kavramları içermemektedir. Yine Abdal kavramı üzerine sufi çevrelere, batıni topluluklara karşı fetvaları ile bilinen İbni Teymiyye; batınilerin “Abdallara” ya da bir diğer isimle Ricâlü’l Gayb olduğu söylenen bu insanlara nisbet edilen şeylerin “Allah’a ortak koşmak” olduğundan dolayı İslam ile uyuşmadığını söyler. İbni Teymiyye’den hareketle İbni Haldun da tıpkı hulûl ve vahdet gibi abdal ve kutb kavramlarının da ekseriyetle Irak merkezli sufi topluluklardan türediğini iddia etmektedir. (3)
Ancak Ahmed b. Hanbel’in ve birçok muhaddisin aktardığı hadisler bu iddiayı boşa düşürmek için yeterlidir. Yine de bir konuda Teymiyye ve Haldun oldukça haklılar. Çünkü bu sufi toplulukların kullandığı kavramlar ismen aynı ancak mana boyutuyla ayrı hatta çoğu zaman birbirinin reddiyesini içermektedir. Bu anlamda bizlerin kullandığı Abdallık kavramının İslam anlayışının genel algısındaki gibi olmadığının bilinciyle İslamiyet penceresindeki bu konuyu burada noktalayalım ve gelelim farklı Sufi topluluklar veya Alevi inanç önderlerinin “Abdallık” kavramına ilişkin neler söylediğine.
Abdallık kavramı Alevi-Bektaşiler dışında kalan sufi çevreler ve tasavvuf ehli kişilerce genel anlamda “Allah’tan başka dünyadaki her şeyden vazgeçmiş kişidir.” diye tanımlanmıştır. Ancak halik-mahluk veya yaradan-yaradılan ikiliğini engin felsefesi ile ortadan kaldıran Alevi-Bektaşi yolu konuyu farklı tanımlamaktadır. Peki Abdallığa ilişkin Aleviliğin bakış açısı nedir?
Ol cihânung bu cihânung serveri abdâllar
Gerçi ârif oldılar bu dünyede abdâllar
Billerine baglayan fahr u kanâ’at kurşagın
Tengri ile râst-rev olup yerir abdâllar
Özleri ayn-ı belâdur hem belâdur özleri
Demleri oddan zıyâ-ger enfüs-i abdâllar
Hak Te’âlâ dost Muhammed Şâh-ı Merdân ışkına
Baş açuh ayag yalın dâ’im gezer abdâllar
Şeh Hüseyn’dür şâhumuz oldur şehîd-i Kerbelâ
Subh u şâm oldı du’âcı bendeler abdâllar
Biri kırhdur kırhı birdür birbirinden farkı yoh
Kâl u kîlden muhtelif ü mu’tedil abdâllar
Çün Nesîmî’ni duyup rencîde kılsalar kadem
Dîdeler öpse yiridür gelseler abdâllar
Seyyid İmadeddîn Nesîmî(4)
Alevi-Bektaşi inancı ve yol-erkân yürütücüleri bu kavramı ikiye ayırır. Bunlardan ilki abdallığın birinci mertebesi olan “budalalıktır”. Budalalık kök itibariyle aynı kökten türemiş olsa da muhteviyatı abdallıktan daha farklıdır. Budalalığı en güzel tanımlayan Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin söylediği rivayet edilen “Abdal, Hakk’a hayran olandır.” sözüdür.
Bu sözde beyan edildiği üzere Abdallık yoluna adım atan Budalalar, “yedi kat yerde, yedi kat gökte, arşta kürşte, levhi kalemde, onsekiz bin alemde, kendini her nesneye nakşeyleyen, cemalin insana bahşeyleyen” cümle kainatı varından vareden; Hakk’a cezb halinde muhabbet besleyen, hayran olan “ışk” yolunun yolcularıdır. Ancak Budalalar kendinden koparıp tekrar kendine getiren, damla iken alıp deryaya yetiren ya da mikrodan koparıp, makroya götüren bu yolda kendisine doğru olan bu seyri süluku tamamlamadığı için henüz abdal denilmez. Peki nihai hedef olan Abdal kime denir?
Tasavvuf ehli tasavvufu “Tasavvuf, Hakk’ın seni sende öldürüp, kendinde ebediyyen diri kılmasıdır.(5)” diye tanımlar. Bizler ise Alevi Bektaşi yol ve erkânını kişiyi ham ervâhlıktan alıp insan-ı kâmilliğe erdirerek tûrab eyleyen bir inanç sistemi olarak tanımlarız. Buradaki türablaşma, benlik kalesini yıkan kişinin Hakk’ın varlığı içerisinde erimesi olarak da tanımlanır. Yani bu meyanda Abdal, Hakk ile Hakk olmuş, özünü türab eylemiş kişi(ler)dir.
Bunun yanı sıra bu kavramların sufizm içinde var olması bu toplulukların ve bu kavramların nispet edildiği kişilerin kendi kabuğuna çekilen miskin dervişler olarak algılanmasına sebep olmamalıdır. Hakeza sufizm, her ne kadar bir süreç olarak içinde miskinliği barındırsa da aslında Hakikatin, batıla; nurun (aydınlığın), zülmata (karanlığa) karşı verdiği mücadele de görüldüğü gibi bir mücadele ideolojisidir. Bu nedenle abdallar yalnızca felsefe ile uğraşmamışlar bulundukları coğrafyada farklı dinamiklerden beslenerek mücadelenin öznesi olmuşlardır. Bu duruma en büyük örnek Babai direnişidir.
Alevi-Bektaşiliğin Abdallığa ilişkin görüşlerini kısaca aktardığımıza göre şimdi asıl konumuza dönebiliriz.
Ötekinin Ötekisi: Abdallar
Anadolu’da abdal diye anılan topluluklar yaygın bilinenin aksine bir kısmı hariç çoğu kentlerdedir ve hatta bir kısmı da kent merkezlerindedir. Buna ek olarak Bektaşilerden sonra kentlerde yaşayan ikinci Alevi topluluğudur diyebiliriz. Türkiye’de merkezleri Kırşehir, Keskin, Bala yöreleri ve Malatya, Antep, Maraş ve Hatay olan Abdallar, bu yerellerden Türkiye’nin çoğu illerine dağılmıştır. Bunun yanı sıra bu topluluk sadece Türkiye’de de değil Suriye/Şam-Halep, İran, Irak-Bekova, Ürdün’de de varlığını sürdürmektedir. Bağlı bulundukları ocaklar ise başta Kızıl Deli, İmam Zeynel Abidin, Musai Kazım, ve Akdeniz bölgesindekilerin Abdalların bağlı bulunduğu Karayağmurlu ya da Himmetçi Ali Baba Ocağı’dır.
Abdallar kendilerine “Abdal” demelerinin sebebini şöyle anlatıyor:
“Biz ta Kal û Bela’dan beri yedi bölüğük (aşiret, kavim, oba veya v.b.), Derler ki; Hakk kün deyip cihan kurulunca 7 abdal zuhur etti bu aleme. Böyüklerimizin, kâmillerimizin dediklin bu abdalların başı ahan niyazı olsun Şah-ı Merdan’ımış. Ondan kerlim, bu 7 abdala da yedi bölüğün emanatçılığı verilmiş. O abdallar bunları her türlü; gazadan, beladan, tufandan korumuş ama onlarda o abdallara hörmette kusur etmemiş, katarından-didarından ayrılmamışlar, onların yolundan gettüğümüz içün de bizlere abdal denmiş” ve devam etti “Ama biz bu şeerlere (şehirlere) gelip konunca o abdallara verdiğimiz ikrarı çiğnedik, gurban olduklarımda bizi çiğnediler ondan böğün bu haldeyik.”
Abdalların yaşadıkları bölgede geçim kaynakları başlıca şunlardır: Çalgı-çengi, debbağlık (dericilik), kalaycılık, sepetçilik, çelenkçilik ancak bunun yanı sıra üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm şeyde dikkate değer bir kısmın bu işler dışında kalan zamanlarında yaptığı dilencilik faaliyetidir.
Altı çizilmesi gereken bir başka hususta Abdalların tüm bu faaliyetleri yaparken amaçları tarihin hiçbir döneminde sermaye biriktirmek olmadığıdır. Abdalların tüm amaçları yalnızca karınları doyurmak, zemheri ayını çıkarmak olmuştur. Bu nedenle 60’lara hatta 70’lere kadar sünni olarak gördükleri köylülerden yalnızca buğday, şeker, un talebinde bulunmuşlar, bir kısmı da bunun karşılığında dikiş-nakış ürünlerini vererek takas usulü bu ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Abdallar, başta da belirttiğim üzere “Kentlileşme” sorunu yaşayan “kentli” bir toplumdur aslında. Diğer Kızılbaş topluluklardan önce kente yerleşmesinin yanı sıra o uyum sürecini gerek Kalenderiliğin önemli kalıntılarını bünyelerinde bulundurmaları gerek inançsal ve kültürel kodları nedeniyle tamamlayamamışlardır. Yani abdallar hâlâ göçebelik sürecinin kültürel ve inançsal kimliğini taşıyan-aktaran ancak göçebeliği büyük oranda bitmiş bir topluluktur. Ek olarak Abdalların kendine özgü dillerinde “Köylü” ifadesi “Sünni” ifadesi anlamında kullanılmaktadır. (Bu metnin alan çalışmasını yaparken çoğu konuda referansım olan 75-80 yaşları arasındaki Fadimana teyzemizi köylerde Alevilerin var olduğuna inandıramamıştım.)
Abdallığın Dejenerasyonu
Abdallar, bir kısmı çok önceleri olmak üzere (550-600 yıllık bir geçmişi olan abdal yerleşim yeri olan Zeytinköy gibi istisnalar dışında) büyük oranda 1940’ların ortalarından itibaren göçebelik sürecini sonlandırarak oba oba kentlere yerleşmeye başladılar ve hâlâ bu süreç devam etmektedir. Bizim birkaç cümlede geçtiğimiz bu süreç Abdal toplulukları için hiç de kolay olmadı.
Kente göçün ardından tüm Alevi topluluklarının olduğu gibi Abdalların da kent yaşamına ve kentliliğe uyum aşaması topluma oldukça sancılı bir süreç yaşattı. Bu uyum süreci, yukarıda belirttiğim nedenlerden ötürü kentteki ekonomik faaliyetlere entegre olamama sorunu, çocukların eğitim ve öğretim hayatına tutunamamaları sorununu da beraberinde getirdi.
Aşırı yoksulluğun pençesinde kıvranan Abdallar, tüm bu sıkıntıların yanı sıra inançsal ve kültürel dışlanmanın ve baskının bir sonucu olarak kentli toplumu oluşturan büyük bir çoğunluğun Sünni olması hasebiyle içe kapanık bir topluluk halini alıyor. Kentli toplum ile ilişkilenememe sorunu toplumun gelişimini ve toplumda “kentlileşememe” sorununu da doğuruyor. Kentin ekonomik faaliyetlerine uyum sağlayamayan abdalların bir kısmı fabrikada ve hallerde hamal olarak çalışırken büyük bir çoğunluğu da geçmişten beri yapa geldikleri davul-zurna (çalgı-çengi), sepetçilik, kalaycılık daha sonraları ise eklenen çelenk işlerini devam ettirdiler. Ancak tüm bunlar arasında en büyük ekonomik faaliyetleri davul-zurnacılık işi idi. Bunun da yazları tek-tük olan düğünlerde elde edilen iki-üç kuruş olduğu hesaba katıldığında kışın yaşamlarını idame ettirebilecekleri iki şey kalıyor. Bunlardan birincisi tefeciden borç almak ve yine bu borcu başka bir tefeciden alınan borç ile kapatmak ve nihayetinde bu borcu ödemeleri gerektiği ve yaptıkları iş ile de bu borcu ödeyemeyecekleri için göçebelik sürecinde yaptıkları dilencilik faaliyetini kentlerde de sürdürme zorunluluğunu beraberinde getirmiştir.
80’lerin sonu 90’ların başı kentlerin biraz daha modernleşmesi ve geçmişin gettolarının şehir merkezi haline gelmesi ile birlikte tüm bu sorunlar yetmezmiş gibi Abdallar, iktidar erkini elinde bulunduranların zorbalıklarına maruz kaldılar. Kent merkezlerinde Abdal topluluklarına tahammül edemeyen iktidarlar çeşitli politikalarla Abdalları yerinden yurdundan etmek istemiştir ancak başarılı oldukları söylenemez. Ama bu istekleri için ellerinde henüz kullanmadıkları birkaç plan daha vardı ve 90’ların başında bu planlarda devreye girecekti.
Bu planların nihai hedefi Abdalların yaşadığı alanları kentsel dönüşüme açmaktı ancak bunu zoru kullanarak yapamayacaklarını anlayan karanlık eller “Zeytinköy” örneğine ilişkin yazdığım yazıda belirttiğim üzere tüm bu yerellerde uyuşturucu ve fuhuş devreye sokuldu.
Gençler ilkin kullanmaya daha sonra da içebilmek adına aracılığa ve nihayetinde satıcılığa başladı. Tüm bu olanların yanı sıra kimi mahallelerde bu olay yine Abdallar gibi ötekileştirilen Çingenlerin abdal mahallelere yerleşimi sonucu Çingen gençlerin aracılığıyla gerçekleştirildi. Nihayetinde 2000’lerin başına geldiğimizde dejenerasyona kurban gitmiş bir inanç ve kültürden geriye onbinlerce bağımlı ve yine onbinlerce fuhuşa sürüklenmiş genç kaldı.
Belki de yazı boyunca hayal etmemi ve gözümün önüne gelmesini engellemek için uğraştığım kısımdı burası. Araştırmayı yaparken kimisinin hayat hikayesini dinledim kimilerinin canlı tanığı oldum. Evet zordur tek başına değiştiremeyeceğin bir tarihe tanıklık etmek, mesela rant uğruna hayatı karartılan insanların tarihine…
Uzun yıllar şarkiyatçılığın getirmiş olduğu kimi zaman gerçeküstülüğe varan romantizmle ve yine 80 öncesi Alevi inancın bahşettiği engin felsefe ve yaşam biçimi Abdallar üzerine çalışma yapan çoğu kişide sarhoşluk etkisi yarattı ve hatta “Abdal” toplumunda da maalesef bu söz konusu. Bu nedenle meseleyi güncel boyutunu hiç incelemeden, tarihsel sürecini inceleyenler tozpembe makaleler kaleme alıyorlar. Oysa ki güncel durum insan aklının kaldıramayacağı ve hatta sağlıklı bir bireyin psikolojik rahatsızlıklar yaşamasına yol açabilecek şekilde.
Güncel vaziyette acilen önüne geçilmesi gerekenlerden bir kısmı “aile içi şiddet, çocuk istismarı, çocuk yaşta evlilik” ve yine bunlar kadar yoğun olmasa da uyuşturucu bağımlılığı bulunan ve fuhuşun yaygın olduğu bölgelerde var olan “aile içi cinsel istismar”.
Bunların hepsine örnek teşkil etmesi nedeniyle anlatan kişiden rızalık alarak sizlere bir canımızın hayat hikayesini aktarmak istiyorum:
“Oof, of… Allah bizleri yaratmış ama üzerimize dert yüklemek üçün. İnsan çocukluğundan ne hatırlar, benim hatırladığım tek şey küt-küt diye gelen ses ve annemin feryadı. Babam ayyaşıdı, sabahtan iş çıktı ise işe gider, iş yoksa kayfeye giderdi. Akşam olunca da zil-zurna eve gelir, bizim küçük kıyametimiz de o gelince başlardı. İlk annemden başlar araya girmeye çalışan abime girişir, en sonda ağladığım için bana vururdu. Abim benden dört yaş büyüktü işe gittiği sıralarda birgün geldiğinde değişik halleri vardı, o zaman da tam mahalleye uyuşturucunun ilk girdiği sıralar. Neyse aradan birkaç ay geçti abimdeki bu hal devam ediyordu. Birgün eli ayağı titremeye başladı gözümüzün önünde limon gibi olmuştu. Babam pek ilgilenmezdi anam ile ben götürdük hastaneye ancak gittiğimizde yüksek dozdan dolayı öldüğünü söylediler. O zamanlar sadece abim mi ki, gençler hortlak gibi olmaya başlamıştı, kimisi yolda yaşayan ölü gibi geziyordu. Neyse ben 15 yaşıma girmiştim ne bilek bizde okuma yazma da yok annem söylerdi o gün doğduğumu. Akşam oldu babam amcam, yengem ve benden 3 yaş büyük kuzenimle eve geldiler. Onunla evleneceğimi söylediler. O gün başımdan aşşağı kaynar sular döküldü ama babamın korkusundan bir şey de diyemiyom. Neyse davul-zurna ile babamın evinden aldılar, ilk akşamdan başladı benim kocanın beni dövmesi. Aradan aylar geçti canıma tak etti canıma kıymaya çalıştım ama can tatlı vazgeçmek olmuyor… Ama bizim kaderimiz hepi böyle dedelerimiz bizden elini-eteğini çektiği günden sonra bu nahlet gelesice memlekete geldiğimiz günden beri bizlerin yüzü heç gülmemiş. Aha işte anamın kaderini aynı ben yaşıyom. Babam öldü anam kurtuldu ama ben hâlâ çekiyom.”
Bu hikaye de özellikle sık sık vurguladığı nokta kente yerleşme sürecidir. Söylediğine göre “eskiden kadınlar birer hatın (hatun) gibi yaşarmış. Hatta obaların da “Zöhre Garı” diye “Osmanlı kadını” gibi bir kadın da varmış. Bunun yanı sıra yaşadıkları bu sorunların müsebbibi olarak gördüğü bir diğer şey de dedelerin onlardan elini-eteğini çekmiş olmasıdır.
Tüm bunlardan yola çıkarak abdal toplulukların bugün içinde bulunduğu ahvalin temellerini ekonomik sebepler ve buna bağlı geri kalmışlık oluşturduğu gibi bir diğeri de gerek iktidarların inkar-imha ve asimilasyon politikalarının yol açtığı yozlaşma, asimilasyon ve Alevi kurum ve kuruluşlarını kayıtsızlığı da eklenmelidir. Çünkü bugün Alevi Kurumları henüz Abdallar ile tanışmamış hatta kanımca tanışma gibi bir niyeti de olmayan kurumlardır. Bunun en acı ve çarpıcı örneği Esenler’de Ana Meryem ziyaretinin yıkımına yönelik Alevi kurumlarının kayıtsızlığı. Benzer bir durum Tayyip Erdoğan’ın İBB başkanı olduğu zaman Şahkulu Dergâhının yıkımına yönelik olduğunda Abdalların da içinde olduğu Alevi toplumu ile dönemin kurumları orada bir direniş örneği göstermişlerdi ancak aynı durum Abdalların ziyaretgahı olan Ana Meryem’de yaşandığında kurumlardan gelen iki-üç temsilci dışında kimse katılmadı ve Abdalların mücadelesine rağmen bir tarih, bir nişangah yok edildi. Oradaki teyzemizle arkadaşımın aracılığıyla yaptığım videolu görüşmede konuya ilişkin sorduğum soru üzerine “ Güzel yavrum onlar eri-erden, canı-candan seçtiler körlük ettiler. Bizi yalangız bıraktılar ama bıraksınlar dedelerimiz derdi ki “Yalangızın sahibi Şah-ı Merdan’dır” işte o bize yeter.” diye fakirin kendini sorgulamasına yol açan bir eleştiri de bulundu.
Son sözlerime geçmeden önce Abdallığın dejenerasyonu kısmında değindiğim sorunlar yalnızca abdalların yaşadığı sorunlar değil ve ek olarak bu sorunların müsebbibi de abdallar değil onlar yalnızca bu kirli düzenin kurbanlarıdır.
Ezcümle, tıpta olduğu gibi toplumsal mücadelede de teşhis konmadan tedavi gerçekleşmez. Bugün fakirin de yapmaya çalıştığı büyük bir cendere altında olan Abdal canlarımızı teşhir etmek, suçlamak değil bir sorunu teşhis etmek ve duyduğu, dinlediği buraya yazmaktan sakındığı hikayelerin özünü yazarak vebali vicdan sahibi kişiler ile bölüşmekti.
Bu vesileyle bu sorunun çözümü ne devlet ne de kurum yöneticileridir. Onlar maalesef ki bu kuruluş vasıflarını yitirmiştir, bu sorunun çözümü yalnızca vicdan sahibi kişilerin gönül birliği ile yaptığı mücadele olacaktır.
Öneri olarak da bu mücadeleye nasıl ki bu sorunlara yol açan ilk şey ötekileştirme ve yok sayma ise biz de buna karşı onların varlıklarını kabul ederek ve sahiplenerek başlayabilmeyi ortaya koyabiliriz. Aksi taktirde söyleyeceğimiz herşey şu an Alevi hareketi ve sosyalist hareketin içinde debelendiği “Radikal Pasifizm’den” öteye gitmeyecektir.
Son söz olarak:
Abdal (Le Derviche Nomade)
Ne sultanım, ne köle bu devlete,
Fakat hürriyet sarhoşu bir avare derviş,
Ey küçümser bir tebessümün kederi
Seni bağrına basan azametim ben.
Kadeh Vezirimdir, güller sultanım
Buluverir beni bahar, gölgesinde çınarların
Karşısında sonsuzluğun
Mağrur kibrimle, hadsiz hadsizliğim
Unuturum umursamam beni
Geceden çıkarıp Sonsuz Geceye koyan o
Zalim kudreti.
Yahya Kemal Beyatlı
KAYNAKÇA
- https://www.antoloji.com/abdalligin-binasini-sorarsan-siiri/
- https://islamansiklopedisi.org.tr/abdal
- https://islamansiklopedisi.org.tr/abdal
- Seyyid Nesîmî’nin Nesredilmemis Şiirleri, M. Özdemir, DEA dergisi 24, sayfa 500
- GÜLYURT, Akın, Anadolu Tasavvufu, İstanbul, Lejand Kitap,2021
abdal abdallar abdallık alevilik bektaşilik Hakk mustafa sazcı tasavvuf
Last modified: Aralık 28, 2022