KUYU
Hayat mücadelesi bizi nasıl da hiç azletmeyen bir savaş, hiç mezun olunmayan bir okul, hiç bitmeyen bir iş gibi. Küçücük çocukken başlayan bir koşturma hali. Dipsiz bir kuyuya atılmış gibiyiz hepimiz. Neden en başta o kuyunun kenarındaydık ki? Çocukluğumuz boyunca biriktirdiğimiz telaşsız o güzel günler ne güzeldi. Dertler önemsiz hayat kaygısızdı.
Çocukken çok farkında olmadığımız ama niteliğinin bizi etkilediği ailelerimizin ekonomik durumu bizi en başında o kuyunun etrafına getiren şey. Bir çok çocukluk döneminde para ile ilgili travmalar yer almakta; ailemizin fakir olması, çok zengin olması… Bunlar evinizden sokağa ya da okula çıktığınız zaman, kendi sosyal ilişkilerimizi kurarken aklınızın size sunacağı soruların temelini oluşturuyor. Bir oyuncağın alınabilir, edinilebilir olması, ona başkası sahip olabiliyorken senin sahip olamayacak olman ego zedeleyicidir. Ebeveynlerin bu konudaki yöntemleri de buna genelde tuz biber ekerken, çocuk da kendi değer sisteminde o edinilemeyen için bir kategorizasyon yapar. Belki oyuncağı artık istemiyor gibi yapar, onu değersizleştirir. Belki ona sahip olan kişiyi değersizleştirir, ilişkisinin yönünü değiştirir ya da oyuncağa bağlanıp oyuncağı edinmesine engel olan aile bireyleri ile olan ilişkisini yeniden değerlendirir. Bu bir çocuğun yaşayabileceği milyonlarca olaydan, sadece birinin birkaç ihtimalinin düşünülmesiydi, çocukluğumuz esnasında kuyunun konumunu tarif etmek için.
Bizler minik insan yavruları olarak bu kuyunun içine doğarız, hiç dışında olmamışızdır. İçine doğdumuz aileler sebebiyle onların dahil olduğu yapının parçasıyızdır ve durum temsili bir aile fotoğrafında olduğu gibidir; baba, anne ve anne ya da babanın kucağındaki bebek. Tüm masrafları ve sorunları ebeveynler kucaklar, çok uzun süreler boyunca. Bu yüzden çocukluk bambaşka bir dünyada sürer ve yetişkinlikte yaşanan dünya sanki çok değişmiş ve dünya acımasız bir yer olmuş gibi hissedilir. Halbuki yetişme döneminde bize ayrılan süre, aslında çetin koşulları hazırlanmak için tanınmış bir uyum sürecidir. Ahlak ve etik algısının oluşturulması, dilin kazandırılması, basit bir dünya görüşünün kazandırılması, bilgi ve becerinin bir mesleğin yeterliliği adına biriktirilmesi… Tüm bunların sabit birer hedef olduğu öğrenimin, kanaat getirilen noktasına varılmasıyla uyum süreci sona erer. Hayata atılma vaktidir. Hem çocuğun hem de aile fertlerinin mezuniyetedir. Artık kuyunun içinde serbest düşüştesindir.
Peki daha başlarda bu kadar etkisi altında olmayıp da sonradan bizi sarıp yörüngesine oturtan bu güç tam olarak nedir? Neden var? Hayat bu mu? Yaşamak bu mu?
Temelde, çok derinde evet yaşamak bu. Çünkü binlerce yıllık insanlık evrimi bizi bu noktaya getirdi. Biz de burada kalarak, bir arada kalmayı dil ve kültürü geliştirerek başarıp, üzerine de bunu aktaracak yollar bulup, bildiklerimizi diğer kuşaklara aktararak sosyal bir düzen içinde hayatta kalmayı başarmış bir türüz. Bu sosyal ve kültürel yapı beraberinde kendi zorluklarını getirmiş; kurallar ve yasaklar, iş bölümü, hammaddenin ve yemeğin paylaşımı gibi en temel, hayatın devamlılığı için gerekli şeyleri düzenlemek adına şekillenmiştir. Bazen çok katı bazen de çok yumuşak olmuş ama bir şekilde günümüzdeki kadar karmaşık devlet yapılarından toplumsal kurallara kadar bir sürü sonuç doğmuştur. Şimdi, bu kadar sistemin binlerce yıldaki kültürel yolculuğunun bir sonucu olmadığını söyleyemeyiz. Önce bunu kabul etmeliyiz. Kimi yapılar/kurallar çok eskimiş ve modası geçmiştir, kimisi yerini korumayı hak ediyordur. Bu kurum ve kurallar yenilenen ihtiyaçlara karşı reforma edilerek günümüz koşulları var edilmiş, zamanın hızına oranla bu reformlar yavaş kalmış, kimi zaman da reformların kimi kişilerin hayat beklentilerini sarsacağından, reforma karşı varolan düzenin korunması için ayrı emekler sarf edilmiştir.
Tarih bu gibi ikiliklerle dolu. Yaşam koşullarımızın kalitesi ömrümüzü uzattıkça daha kalabalık gruplar halinde yaşamak zorunda kalınmış. Kaynaklara erişimimiz güçleştikçe kalabalık gruplar büyüyüp birbirinden ayrılmışlar ve küçük grupların kaynaklarını birbirinden sakındığı gibi kaynaklarını kendilerine ayırmışlar. Kimi gruplar da sahip olmadıklarını ya da sahip olduğundan daha fazlasını istediği için, zorla diğerinin elindekini almaya girişmiş, bu adaletsiz paylaşım daha adaletsiz bir yöntem ile çözülmeye çalışılmış. Her bir büyük grup kendi kuralları ve kaynakları ile kendi çevresi için çözümler üretip diğer tüm grupları ve o gruplardaki insanları bütünün parçası olarak görmeyi tercih etmiştir. Böylelikle tarih her defasında, o büyük grup adına yazılmış. En güçlü olan, tarihi yazma hakkını kazanmıştır. Güçsüz azınlıkların hakları ise güç savaşının sonucu olarak kaybolmuştur. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde ise tarih çok sesli yazılabiliyor, herkes bireysel olarak kendi tarihini tutabiliyor. Ama artık hangisinin okunacağına karar vermek asıl mesele. En çok karşılaşılan en çok duyulan hikayeler kime ve neye ait?
Birileri duyulmasını istediği şeyleri bas bas bağırıyor ama duyulamıyor. Kimisi de sanki hiç söylenmiyor ama bir şekilde herkesçe işitilebiliyor, görülebiliyor… Bunun rastlantı olduğunu düşünebiliriz. Ya da; insanların sosyal medya kullanım şekilleri üzerinden kendi tahlillerini yazdıklarını düşünerek, aslında devletin resmi tarih kurumlarının ya da kiralık kalemlere yazdırdıkları, hatta eğitim sistemi ile ideal vatandaş yetiştirip vatandaşının kendi rızasıyla böyle içerikler yazmasını sağlamayı amaçladığı yöntemleri karşılaştırabiliriz.
Sosyal medyada bir kişiye ait olan bir profili, içinde bulunduğumuz evrenin bir alt evreninde yaşayan aslı gibi düşünebiliriz. Bulunduğumuz dünyada yaşayana Aslı, alt evrende yaşayana da P’Aslı diyelim. Aslı ve P’Aslı tüm yönleriyle birbirinin aynısıdır. Ancak P’Aslının yaşadığı evrende olayların yaşanması için öncelikle Aslı’nın evreninde gerçekleşmesi gerekiyor ve Aslı’nın da bu evrende gerçekleşen olaylardan sadece ‘‘bazılarını’’ tercih edip, P’Aslının yaşaması için izin vermesi gerekiyor. Yani Aslı hayatı yaşarken yaptığı tercihlerden ayrı olarak bu tercihlerin neticesindeki durumda, bir de içinde bulunduğu durumdan bir tercih yapıyor ve P’Aslı için farklı bir öykü ortaya çıkarıyor. Bu durumda olayların akışına müdahale edildiğinden, tarafsız bir süreçten bahsedemeyiz. Bir kişinin yatla tatile çıkması, tropikal ülkelerde lüks otellerde konaklaması, lüks araçlara sahip olmasını sosyal medyadan takip ettiğimizde seçili bir gerçekliğin, bir fragmanın bize sunulduğunu bilmemiz, aslında gördüğümüzden öte gerçekler olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bu seçili gerçekliğin ardında, uzun süreli çalışmalar, uykusuz geceler, hastalıklar dertler olabilir, aileden kalma büyük bir zenginlik olabilir ya da krediyle borçla binbir güçlükle para biriktirerek elde edilmiş bir fırsat olabilir. Buradaki anahtar nokta, hayatımızın bu kadar içinde olan bir sosyal medya paylaşımı esnasında, bireysel olarak kendi tarihimizi yazarken bir çeşit kaygı ile ne kadar özenli ve seçici davrandığımızdır. Hayatımıza dair gerçekleri olduğu gibi değil bir süzgeçten geçirdikten sonra sunduğumuzu anlamanın önemi de hayatı algılayışımızla ilgili çok önemli bir noktayı ortaya koyuyor; tüm insanlık medeniyetinin ortaya koyduğu bilgi, deneyim, olay, olgu ve tanımlar ne kadar nesnel olarak kaydedilmek istenirse istenmiş olsun birilerinin istek ve arzuları yönünde şekillenip aktarıldı??
İki yüzyıl önce meydana gelmiş bir olayın kimi gizlenen detayları artık gizlenmiyor. Devletler yaptıkları vahşi saldırıları, soykırımları, farklılıklara karşı yaptıkları ayrımcılıkları artık kabul ediyorlar. Netflix’e girip baktığımızda onlarca hatta yüzlerce içerik var siyahi ayrımcılığıyla ilgili. Şimdi bunu kabul etmenin vakti mi gelmişti peki? Yani plantasyonlarla başlayıp hala devam eden siyahi ırkçılığı artık bitti mi? Yoksa bitmiş gibi mi görünüyor? Bireyler de devletler gibi. Hiçbir farkımız yok. Çünkü birey, nüfusun arttığı, o kaynakların paylaşımı sonucu olan bu toplumun bireyi. Çocukken içine doğduğumuz, ailemiz sebebiyle ancak sonraları neye bulaştığımızı anladığımız o toplumun. Birey, devletin yaptığını aynı şekilde kendisi için yapmakla mükellef. Aldığı eğitim, etik, ahlak, bunun içindi. Kendisinin ve çevresindekilerin iyiliği adına, refahı adına gözü kapalı kazanç sağlamak… Toplumda birey olmak bu demek. En geniş çemberde bile toplum huzurunu gözetmek adına hareket etmek risklidir. Yardımlaşma, karşılıksız iyilik enayilik gibi görülür, zayıflık göstergesidir. Kandırılıp dolandırılabilirsin. O yüzden kabuğunda kalmak, bildiğini bilmek, tanıdığını tanımakla yetinmek güvenlidir. Güven! Güven bir çember gibidir, güvenmedikçe daralır. Kişinin özgüvenini toplumun ona duyduğu güvenle ilişkilidir ve küçülen çember en sonunda bireyin boğazına yapışır, dıştan içe bireyi sıkar, onu bırakmaz. Ancak çemberin genişlemesi ile daralan sıkılan birey kendisine güvenebilir.
Kendine güven lafta başkasına ‘‘sana güveniyorum’’ demek kadar kolay değildir. Kendine yalan söylemek gerçekten büyük bir yalancı olmayı gerektirir. Kendine söylediğin şeyi, söyledin andan önce anlarsın, bu bir bahane mi, bir yalan mı? Kendini kandırma, samimi ol. Öncelikle kendine güven. Ardından da etrafına güvenmek için fırsat ara. Sokaktaki insanların hepsi en içte, seninle aynı haldeler. Acı çekiyorlar. Zayıflıklarını kapatmak için yazdıkları hikayeler var. Kendi yazdıkları tarih ile o kadar ilgililer ki, acılarını hissetmiyorlar. En başından bir yaşamak denilen şeyin ‘‘bu’’ olduğunu sanarak bir çıkış arıyorlar. Bireysel olarak bir çıkış aramak faydasız. Evet bireysel olarak rahata ermek mümkün ama bir süreliğine. Yaşadığımız sorunlara hep geçici çözümler bulmuyor muyuz… Eline bir para geçer, altı ay rahat edersin. Belki beş sene rahat edersin ama sorun en başında bu muydu? Geçinemiyor olmanın sebebi paranın olmaması mı yoksa her şeyin parasal bir karşılığı olduğunu öğrendiğin bu toplum düzeni mi?
Milyarlarca insanın içinde olduğu bir okyanus düşünün. Dalga bir yerden girip diğer yöne doğru ilerliyor ve durmadan yön değiştirerek kimilerini çırpındırıyor, kimisini de dinlendiriyor. Birileri de diğerlerin üzerine basarak sudan kendini kurtarıyor. İşte dünyadaki yaşama şeklimiz. Birilerinin boğulmasına sebep olarak hayatta kalıyoruz. Bakıldığında bu çözüm işe de yarıyor ama bir kişinin kurtulması için gereken binlerce başka kişinin acı içinde yaşaması oluyor.
Peki kurtuluş yolu bu olunca bireyin davranışı nasıl şekilleniyor? Aynı sertlikte, dedike şekilde, etrafında gördüğü basabileceği her kişinin üstüne basmaya çalışarak yükselmeye çalışıyor. Çoğu yükselme isteği olan kişi de suyun içinde karşılaşıp birbirinin üstüne çıkmaya çalışırken yorulup kendilerini suyun derinliğinde bırakıyor, akıntıyla savruluyorlar. Bu kişilerin neden suyun içinde olduklarını ve neden birbirlerinin üstüne çıkmaları gerektiğini bilmediklerini, hatta bir suyun içinde olduklarının bile farkında olmadıklarını söyleyebiliriz. Çünkü içine doğdukları şey bu! Bu o kuyunun ta kendisi. En başında o dipsiz kuyuya düştüğümüzün farkında olsaydık eğer, bu okyanus yanılsamasına kapılır mıydık? Birileri bize bir kuyuda olduğumuzu söylese, daha düşmeye yeni başlamışken bir şeyler yapabilir miydik?
Zamanın bu anlamda en rahatlatıcı, yani aslında hepimizin çok da nefret etmeyi becerdiği tarafı, geçiciliği… Zamanın geçiciliğini, hayattaki en sevdiğimiz anları bizden hemen alıp götürmesi ile ve asla geri getirmemesiyle, benzerini yaşamak için etrafı saldırdığımızda asla yanına yaklaştırmamasıyla tanıyoruz. Diğer yandan ise bize her an yeni başlangıçlar için fırsat sunduğunu göz ardı ediyoruz. Hiçbir an bir öncekinin aynı değil. ‘‘Ama ben her gün işe aynı yoldan giderken aynı insanları aynı binaları ve aynı kaldırımı görüyorum.’’ Her defasında, her şeye aynı noktadan baktığımızda, bir tekrar yanılsaması oluşur. Hayatın içindeki konumumuza tesir etmiyormuşuz gibi, bir gölgeymişiz gibi hissederiz, hareketlerimiz de otomatikleşir. Bu hayatı tanımladığımız, bildiğimiz, öğrendiğimiz yoldan yaşadığımızı gösteren ve bizi uyaran bir his.
Hangi sokaktan ne yöne gideceğimiz, hangi ışıkta bekleyeceğimiz, bu yolun ne kadar vakit alacağı, bineceğimiz otobüsün trafiğe takılma olasılığı gibi bir sürü bilgiye sahibizdir. Evden çıkacağımız saati buna göre ayarlarız. Her gün aynı günü yaşıyormuşuz gibi bizi etkileyebilecek şartlar üzerinde çalışır, işimizi aksatacak noktaları belirleyip çözüm üretiriz. Zamanın bizden bir şey çalmaması için uğraşırız. Zaptedilmesi güç bir değişken olduğundan, onu matematiksel dille tanımlayıp ancak hayatımızın içine dahil ederiz. Çünkü tanımadığımız, anlamadığımız şeyler zihnimizin karanlık tarafını harekete geçiriyor ve hayatta kalabilmek adına bir açıklama ortaya atıyor. Bizler de hayatın içindeki konumumuzu gözlemiyor, otomatikleşmiş şekilde yaşıyorsak, etrafımızdaki nesne, kavram ve olgulara karşı bir tanım geliştirip, genel bir yargı ediniriz. Bu yargıların günlük hayatımızda açığa çıkmasıyla da karakterimizin oluştuğuna inanırız.
Bizi biz yapan dünyadaki olaylara verdiğimiz tepkiler değil. O olaylara olan yaklaşımımız. Bir olay karşısında içini doldurup taşıran bir hissin olması; sinirle, öfkeyle, kederle dolmak, yaşadığımız durumda bedenimizin bulduğu bir çözüm. Diğer yandan bir de ‘‘ben’’ dediğimiz bir bölümümüz var. Konuşurken, neyi anlatacağını, hangi kelimeyi seçeceğini düşündüğün o an, devrede olan şey. Bu saydığım hislerden birini hissettiğinde <‘‘ben’’ bu duruma ne diyor?> diye kendine sorduğunda, bu hisse karşı olan tavrını anlamaya çalışırsın. Ve bu genel eğilimlerimizi görmemizi sağlar.
Bizler deneyimlerimizi arşivliyoruz, hatta içinde bulunduğumuz dönemde bunları etraftan emiyoruz. Birer deneyim avcısıyız. Bizim ya da başkasının olması önemli değil, tüm medyalar aracılığıyla deneyim arşivliyoruz. Bu da kaynağını bilmediğimiz hisler ve yargılar demek. Hiç görmediğimiz nesneler ya da canlılarla ilgili bilgiler demek. Ve bu arşivin en kötü yanı, güncellenmesi için farkındalık gerekiyor.
Yaşamayı seçtiğimiz bu otomatikleşmiş, tekdüze, sıkıcı, boğucu hayata bizi götüren yol işte bu arşivimizde bulunan, bilinen bilginin değişmezliği. Bu zor ve uzun düşünsel süreçleri devredışı bırakarak önceden yapılan çoğu zaman asla bize ait olmayan tanımlar ve o tanımların birbiriyle olan ilişkileri, olgular olaylar ve onlarla ilgili ortaya atılmış olan fikirler ve dahası… Bizler bu söylenişleri kabul edenleriz. Her birimiz hayatı kolaylaştırmak için, bizim adımıza düşünmüş olanların fikirlerini sahipleniyoruz. Böylece günlük işlerimiz kolaylaşıyor, farkında olmadan hiç düşünmediğimiz konular hakkında fikirlerimiz oluyor ve bu hal bazen fanatiklik boyutunda o fikre bağlı olmaya kadar gidebiliyor. Kolaylaşan hayatımız sıkıcılaşıyor. Çünkü belirli şartlarda belirli şeylere nasıl bakacağımız önceden belirlendi. O yüzden, o yürünen yol hep aynı sıkıcılıkta, o binalar hep aynı, kişiler hep aynı, çünkü biz aynı yolda yürürken sanki aynı zaman ve aynı mekan çizgisinden geçiyor gibi hareket ediyoruz. Sıfırdan bire giderken hep aynı doğruyu çiziyoruz. Kendimizi bir sabit olarak görüyoruz.
Ne zaman, dolayısıyla ne de mekan sabittir. Bizler ise aralarındaki en değişken yapıyız. Aklımızda sürekli başka düşünceler, içimizdeki kimya sürekli değişken. Kanlar pompalanıyor, hormonlar salınıyor, hücreler sürekli bir iş peşinde, bir sürü sistem bir sürü iş… Aynı olmak, aynı kalmak mümkün değil. Ancak biz aynı kalmaya diretiyoruzdur. Lafta kendimizi sabitliyoruz. ‘‘Deniz kahve içmeyi sever’’, ‘‘Pınar dans etmeyi sever’’, ‘‘Öğrenciler tembeldir’’, ‘‘Kürtler pistir’’, ‘‘Suriyeliler cahildir’’, ‘‘Kediler nankördür’’, ‘‘Saçlarımın ıslanmasını hiç sevmem’’, ‘‘Bana fikrimin sorulmamasına katlanamam’’ ve daha binlerce milyonlarca sınır çekebiliriz. Bu gibi söylemler, kişinin kişiliğinin sınır hatarını çeker, her tekrarda daha da keskinleşen sınırlar. Bu gibi cümlelerle kendimize şekil veririz. Sırf başkası bizi öyle biliyor diye yapmaktan sakındığımız neler neler oldu kim bilir. ‘‘Bamya yapacaktım ama sonra aklıma geldi sen zaten sevmezsin yapmadım’’. Bamya yemeği sevmemek bir yerde dursun, kim ne isterse yer. Ama birine bu itibari bırakırsanız, siz artık ‘‘bamya sevmeyenler alemi’’ mensubusunuzdur. Değişiklik yapma, farklı davranma hakkımız var. Hatta şöyle söyleyelim; ne isterseniz onu yapmaya hakkınız var ama istemeyi bilmek gerekiyor.
Hayat biz sabit kaldıkça kolaylaşıyor. Tanımların, olguların sabitliği, karakterimizin sabitliği, değişkenlerin sabitliği. Bir kafeye gittiğinizde arabanız için benzin isteyemezsiniz, onun yeri burası değildir. Bilirsiniz ki, sizin için bir Amerikano hazırlayabilirler. Vegan ya da laktozsuz süt isterseniz belki sahiplerdir, yardımcı olurlar ama benzin o barın arkasından çıkmaz. Biz de istemeyiz zaten. Ama bir an bu oyun oynasak ve istesek, alacağımız tepki muhtemelen bir gülümseme olacak. Normalin dışına çıkılan her an birazcık kafamızı çalıştırır. Elimizdeki listenin dışından konuşmamız gerekir. Zincir şirketlerin müşteri ile ilgilenen çalışanlarının yaptığı gibi hepimizin bir listesi var ve bu hayat için bir lügat; ‘‘Hoşgeldiniz, ne alırdınız?’’ ‘‘Başka bir arzunuz var mı?’’ ‘’Bilmem kaç lira farkla büyük boy ister miydiniz?’’ Siz o baristadan benzin istediğinizde işte bu lügatta karşılığı olmayan bir noktaya gönderme yaparsınız. Ya da günlük rutinimizi bozup hiç gitmediniz bir semtteki bir parka gün ortasına gidip oturursanız, giymekten çekindiğiniz kıyafetleri giyerseniz, yapmaya çekindiğiniz bir işi yapsanız, yeni bir spora başlamak mesela…
Peki bu basitleştirilmiş hayatı neden zorlaştırıyoruz? Yeni şeylere başlamak, olmadığımız biri gibi yapmak neye yarayacak? Hayatı zorlaştırmak dışında bir anlığına da olsa normalimizi bırakmak insanı kendisiyle uğraştırır. İnsanın kendisiyle uğraşması, kulağa kötü bir şey gibi geliyor olabilir. Sanki depresyon ya da kaygılı olduğu zamandaki gibi kişinin kendi yakasına yapışmasıymış gibi… Ama değil! İnsanın kendisiyle uğraşması kendi üzerine eğilmesi demektir. Normalimizi aştığımızda bambaşka bir durumdayızdır. Eğer kendinimize açık davranırsak, bu yeni durumda ne hissettiğimize göz atarsak ya da bu durumu yerleşik tanımlarından ayrı şekilde sanki ilk defa biz yaşıyormuşuz gibi yargısız yaşarsak, o zaman bu kocaman bir hamledir. O kadar büyük bir hamledir ki bunun milisaniyelerle bile ölçülemeyen bir anını yaşamak tüm hayatınızı değiştirebilir. Tartışmasız bir şekilde hayatınızda en azından bir kere bunu deneyimlemek için çabalamalısınız. Bir an için olduğunuz yerde oturun ve… Yok şimdi değil. Önce paragrafı bitirin, sonra da tüm yazılanları bir kere de deneyin.
Olduğunuz yere gelen bir ışık varsa, özellikle güneş ışığı, ışık demetinin önüne geçin, direkt yüzünüze vursun. Yüzünüzle güneşin arasına elinizi sokun ve tek gözünüzü kapatıp gözünüzün içine ışığın az miktarda girmesine izin verin. Işık, göz bebeğinize çarptığında tek düşünceniz o ışık olsun. Tatlı sarı ışık. Dilerseniz gözünüzü tamamıyla kapatabilirsiniz. Güneş aynı etkiyi yapmaya devam edecek. O ışık taneleri her bir zerresi ile çok uzaktan geldi. Sadece senin yüzüne dokunmak için o yolu aşan bir şey. Ne olduğunun önemi yok. O şey senin yüzünde, gözünün üzerinde. Küçük bir oyun oynamak için milyonlarca kilometre yol yaptı.
İçinde bulunduğun durum sana garip mi geliyor? O zaman kendini yargılıyorsun demektir. Yeteri kadar yaşamıyorsun, yaşar gibi yapıp kendine dışardan bakıp analizler yapıyorsun. Zihnin şartsız şekilde o ışığa kendini teslim edemiyorsa sıkılıyor utanıyor ya da bu durumu saçma buluyorsa sabit kalmaya çalışıyorsun demektir. Karakteriniz sarsılmaz, değişmez katılıkta. Bir birey önce kendi karakterini ve davranışlarını anlamalı. Neyi neden yaptığını düşünmeli. Zevkleri ve tercihleri ne sebeple böyle? Alışkanlıkların ne niye var? Düşünceleri ne kadar ona ait? Ne zamandır sabit? 20 yıl önce hakkında düşündüğün geliştirdiğin argüman hala aynı şekilde duruyor ve sen ona hala aynı şekilde mi sarılıyorsun? 20 yıldır hayatında başka ne istiyorsun? Bu bir bağnazlık değil çünkü neyi koruduğunu bile bilmiyorsun.
Biz hayatı daha kolay olsun diye otomatik yaşıyoruz. Otomatik yaşam kolaydır ama aynı oranda basit ve sıkıcıdır da. Hatta uyuşturucu etkisi de vardır evet. Belki dünyanın en yaygın uyuşturucusu olabilir. Sabit değerler, sabit tanımlar, sabit karakterler, sabit zaman, sabit doğrular, ulaşılması gerekenler ve uzak durulması gerekenler. Sanki biz doğmadan çok önce bütün her şey bulunmuş, tanımlanmış, yapılmış ve bize sadece uyuyup uyanmak ve uygun görünenleri yapmak kalmış gibi. Hayat böyle olduğunda dipsiz bir kuyu işte ve kimse gelip seni uyandırmaycak. Öğrendiklerinden oluşan sabit vizyonun asla değişmeyecek. Sen istemedikten sonra o kuyuda hep düşüneceksin.
1 Ağustos – 3 Agustos ‘22
Feneryolu
baskafelsefe deniz birtan ergün KUYU
Last modified: Aralık 28, 2022