İkindi sonrası gölgelerin büyümeye başladığı zaman, Ahmed’le Cumali, Bahçeli’nin bir kafesinde oturuyorlardı. Kahverengi, ahşap ve telefon kaplı masaların elli altmış santim üzerinde uğultudan ve kahve kokusundan bir sis yayılmıştı mekâna. Yalnızca oturanın muhatabını duyabildiği mekânın tam ortasındaki masada Ahmed habire anlatıyordu; Akdenizli heyecanıyla, kan kırmızı, derginin altını üstüne getirdi:
-…olur mu lan öyle iş, ben diyom sosyal medya olmaz, olmaz! Adam gitmiş bir laflar yazmış… Aha rezil olduk bitti bu iş dedim. Lan olum insan bi laf dinlemez mi, salak mıyım amına koyim ben! Heşteg meşteg diyo paylaşırız reklam falan diyo, yumuşak yumuşak yazılar, rezillikti lan, hiç yakışır mı lan!…
Mekânın insanları, Ahmed’in sesi patladıkça, bir Ahmed’e bir Cumali’ye bakıyorlardı. Cumali önce bu bakışları topluyor, sonra çayının kaşığıyla oynuyor ve tekrar Ahmed’in gözünün içine bakıyordu. Ahmed Allah ne verdiyse, sırf Allah verdiği için, konuşuyordu:
-…ondan sonra bir laflar ediyor, direk bana lan, niye lan, niye? Kendi takıntılarım varmış, profesyonel davranamıyormuşum, siktir git dedim allaasen…
Binalardan sıyrıldıkça güneşin ışıkları, gözünün köküne kadar giriyordu Cumali’nin. Sakıza döndü beyni, iyice çiğnendi, sulandı.
-…Hayır yani, ayıp lan. Ayıp. Sosyopatmışım. Bu çağın adamı değilmişim. Bu çağ doğurdu lan beni. Bi seni mi doğurdu amına koyim…
Dünya alemden gına geldi Cumali’ye. Hafifçe gerinmeye başladı. Gözlerini ovuşturdu, çekti ellerini gözleriyle güneşin arasından. O vakit gördü. Görmek halt yemek, geldi oturdu gözünün içine. Gülüşünün sesi öyle yoğundu, katılaştı, kulaklarında sıkıştı kaldı. Beyni meyni tümden bıraktı yalan dünyayı. Dünyası çok ağırlaştı, kafasını kıpırdatamaz hale geldi. Gözleri kilitlendi. Çenesi işi gücü bırakıp ağzı hafiften açılmasa, öküz gibi baktığını düşünecektik ancak ağzındaki bir santimlik açıklıktan dolayı içimizde bir kıyamamak duygusu oluştu. Ahmed, Cumali’deki ani irtifa kaybını fark etti. Asabiyeti gitti birden; sesini hafifleterek, yumuşakça:
-N’oldu olum lan, iyi misin? Cumali’nin gözlerini takip etti. Serap’ı gördü, Şeytan’ı gördü. Ahmed’in tası alev aldı:
-Lan yuh artık! Yine mi amına koyim. Her gördüğünde mala bağlıyon. Bakma lan bari öküz gibi, dedi. İnce bir telaş girdi karnına.
Serap masaların arasından sandalyelere çarpa çarpa ilerledi, ellerinde çantaları ve gülüşmeleriyle arkadaşlarına sarılmaya başladı. İlk anda gördüğü Cumali’nin böylesine cömert bakışlarına her zamanki gibi ufak, kaçamak ve hafif tedirgin bakışlarla cevap veriyordu. Oyunu başlamıştı Serap’ın, binlerce yıllık oyunu başlamıştı. Ahmed nafile, uğraşıyordu:
-Lan olum şşş bak, olay çıkacak yine. Bakmasana lan! Olum kızın herif fena lan, sıçmadı mı geçen ağzına. Hayır biz de kaynıyoz arada, heriflerle uğraşılmıyo ki amına koyim.
Cumali’nin kimseyi takacağı yoktu. Kurşun kafaya saplanmıştı ne akıl bırakmıştı ne insan ne cihan. Ahmed tedirgin köpek gibi kısık kısık havlıyordu:
-Yine yakacan lan bizi, olmuyo lan işte! Kızın herife bak. Kızın sana olmayacağı belli amına koyim! Kabadayı lan, kabadayı! Kabadayıyla sevgili olunur mu hiç. Hadi oldun, geçen mitinge gitti, yeminlen gördüm, yau kız mosmor, güya kadıncı. Sen abartıyon oğlum!
Ahmed, Cumali’nin içinde olduğu durumun vahametinden haberdardı. Onu oradan çıkartmamak insanlığın belki faydasına olacaktı ama fedakârlık her zaman olacak iş miydi? Gerçi uğraşının nafile olduğunu da biliyordu; cennette olduğunu sanan herife ne anlatılırdı? Ahmed, büyük endişelerle ve makul talepleriyle sarhoşa laf anlatıyordu:
-Abi hesabı isteyim ben, kalkalım, sonra şu dergiyi bi halledelim. N’olur kendine gel, akıllı ol!
Cumali, Ahmed’e baktı. Ahmed’in esmer, ciddi ve yalvaran suratıyla karşı karşıya geldi. Kendisine bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark etti yine. Hep aynısı oluyordu, hep aynısı! Tantana çıkacaktı, yakacaktı yine herkesi, bela olacaktı. Ahmed’in ne suçu vardı ki hem? O yalnızca arkasını kolluyordu. Hayır, müstahaktı ona. Ahmed dostuydu ama onu durdurmadı hiç. Ahmed’e:
– Burdan öde sen, ben lavaboya gidiyom. Gelince kalkarız, dedi.
Ahmed hesabı ödedi. Cumali’yi bekliyordu Serapların masaya bakmaya çalışarak, ama pencereden perde perde inen güneş görüşünü engelliyordu. Gözlerini alıştırmaya çalıştı. Zar zor, ayaktaki birinin Serapla konuştuğunu gördü. Mülayim vücuduyla ayakta konuşan Cumali’yi tanır tanımaz harekete geçecekti ki duraksadı. Evet, müdahale etmeliydi, ama şimdi değil. İzleyecek. Kurnazca, belli belirsiz sırıttı. Meşrebi bozuk bir mutluluk sardı bedenini. Oturmuş izliyordu. Sadece o mu? Yıllar içinde mevzuya uzak yakın kim varsa mekânda, Ahmed’in az çok aşina olduğu suratlarıyla, meraklı ve kuşkulu o masayı izliyorlardı.
Cumali o kadar yakın hissetti kendini Serap’a. O kadar şey anlattı ki Serap’a, tutsa öpse dudaklarından Serap gıkını çıkarmazdı. Serap’ın gözleri alabildiğine tedirgin. Bir Cumali’ye bakıyor, bir masanın meclisine. Cumali’nin bu kadar müdahil olması yani kendi masasını da ister istemez oyunun içinde görmesi iyiden iyiye tedirgin ediyor Serap’ı. Cumali tüm ömrünü döktü önüne, son lafını da harcadı ve mekânın tüm uğultusu dağıldı. Attı elini ensesine Serap’ın. Serap’ın gözleri kocaman. Tüm mekân gözlerinin içine girdi Serap’ın. Bu kadar saf bir korkuyu hiç görmedi Cumali. Elinin altında kasları taş gibi olmuş sarışın bir ense, Serap’ın elleri masadan ve sandalyeden destek almış Allah ne verdiyse itiyor, bir kurtulsa Cumali’nin elinden dünyanın öbür kutbuna gidecek.
Sandalyeler, masalar kaykıldı. İnsansız bir gürültü ve bir iki delikanlı garson, Cumali’ye doğru hızla hareketlendiler. Ama Ahmed kadar yakın ve hızlı değildiler. Hayır değildiler, çünkü Ahmed aynı anda kavradı Cumali’nin ince kolunu, o tam kavradığında Serap’ı. Ahmed çekti Cumali’yi var gücüyle. Garsonların omuzları, Serap, Cumali, Ahmed, kollar, masalar ve sandalyeler hepsi çarpışmaya başladı. Patırtının gürültünün arasından hiçbir göz mevzuyu takip edemiyordu. Bir masayı devirdi Ahmed, sertçe kapıya çarptı açtı ve fırlattı Cumali’yi sokağa, peşi sıra kendisini. Felekleri şaşmış bu iki oğlan mekândan çıktıkları sonrası yenidoğan ceylanlar gibi bir düşe bir kalka koşmaya başladılar. Her şeyi, bir mekânda kısılı kalmış dev bir hengameyi arkalarında bırakarak can havliyle sokağa koştular. Güneş kayboldu apartmanların arkasında. Hafif, serin bir rüzgâr kaldı sokaklarda.
Çizim : Sema Anar
https://baskamecra.com/
https://www.e-skop.com/skopbulten/ucubeler-ve-insanlar-edebiyatta-grotesk-ve-gerceklik/4305
barış edebiyat kafes kutlu öykü
Last modified: Nisan 2, 2023