ŞİMDİNİN MEDYASI VE TOPLUMSAL PSİKOZ
Son senelerde, kurgusuna göz atma imkanı yakaladığımız çoğu distopik kurgu eserinden, günümüz yaşantısına veya gelecek tahayyülüne yönelik benzerlikler çıkarsama gibi bir huy edindik. Uçan kuşların aslında kameralar olduğu, gizli bir azınlığın toplumu yönettiği, dünyanın aslında yuvarlak olmadığı gibi toplumun geneli için artık mizahi bir hal almış birçok komplo teorisi var. Teoriler, bilimsel ve nitelikli eğitim eksikliği, devlet otoritesinin bireyler üzerinde yarattığı psikolojik tahribat gibi durumlarla açıklanabilecek olsa da; distopik bir geleceğin bizi beklemediği meçhul durumda.
Elbette, geleceğin nasıl olacağını az çok gösteren veriler var; eriyen buzullar, artan suç
oranları, antipsikotik ilaç kullanımı… Ancak bir çoğu, “böyle gelmiş böyle gider” zihniyetinin toplumsal bir tabu haline gelmesini isteyen kişilerin propagandalarının aksine, önüne geçilebilir ve onarılabilir durumda. Bunların arasında hayatımıza doğrudan etki eden bir diğer örnek, benzeri sıkıntılar söz konusu olduğunda ortaya atılan ancak üzerine ciddi bir eylem planı çıkarılmayan sosyal medya “çılgınlığı” veya “bağımlılığı” diye ele alınabilen kent insanının güncel problemidir. Oysa, konuda uzmanlığı bulunmayan kişilerce çılgınlık veya bağımlılık diye genelgeçer bir seviyede bırakılamayacak kadar ciddi bir distopya bizi bekliyor olabilir.
Gelecek hakkında yorum yapılacaksa, geçmişi gözden geçirmekte fayda vardır. İnsanlık,
tarih boyunca, yaşadığı problemleri üretim ile çözmüş ve sonraki dönemlerde bu çözümleri tüketim üzerine şekillendirmiştir. Tarihsel maddeciliğin önemli bir tahlili olarak; kâr hırsı, mülkiyet bilinci gibi suni kavramların baskısıyla, üretim odaklı buluşların tüketim amacıyla kullanıldığını gözlemleyebiliyoruz.
Şimdinin medyası da tam bu zemine oturuyor. Başlarda yığınların haberleşmesini sağlamak üzerine geliştirilen medya, uğruna yaşanan bir düzeye ilerliyor. Bazen güne Spotify ile başlıyor, Netflix ile bitiriyoruz. Günlük anılarımızı paylaşabileceğimiz bir sistem sunan sosyal medya hikayeleri, hikaye atabilmek için yaşanan günleri beraberinde getirdi. Artık medyada yer bulmak için gün geçiriyor, takipçimizi arttırmak için insanlarla tanışıyoruz. Kitle iletişim araçlarının yönlendirmesiyle oy veriyor, reklamlara göre satın alıyoruz. Doğrudan bu bilinçle hareket edilmese de, modern insanın hareketlerinden bu sonuca doğru bir sapma olduğunu görmek hiç de zor değil.
Bir sonuç olarak bireyin yalnızlaştığı bir toplum var ortada. Medya, hayatın iplerinin
bireylerin elinde olmadığına yönelik algıyı büyütüyor. Çünkü medyanın sunduğu olanaklarla birlikte şirketler, kurumlar; medyayı bir piyasa haline getirdi. Birey de tüketiciden başka bir şey değil. Hatta piyasa dişlerini o denli sivriltmiş ki, insan çoğu zaman bir birey değil de endüstrinin bir dişlisi olarak hissediyor kendini. Bu değersizleştirme de elbette ki psikolojik semptomlar halinde hayatlarımıza yansıyor.
Aynı evde, şehirde, sosyal mecralarda yaşayan insanların ortak psikolojik bozunumlara
uğraması kaçınılmazdır. Kaynağı aynı olan streslerin ortak etkiler yaratması, bu ortaklığın toplumsal bir ölçek kazanması durumuna “toplumsal psikoz” deniyor. Toplumsal standardın dışında hareket eden bir grup insan olabileceği gibi, algı kabiliyetinin toplumsal bazda zarar görmesine kadar uzanabilecek bir skalası da mevcut.
Buna yol açabilecek birçok etken olay örneği geçirdik. Mesela Cambridge Analytica skandalı olarak adlandırılan, yaklaşık 50 milyon Facebook kullanıcısının kişisel verisinin Amerika’da bir seçim kampanyası için satın alınması sonucu, bu verilere yönelik seçim propagandaları yapılmıştı. Skandal, bireylerin dijital dünyaya yönelik güvenini sarsan bir çığır açtı. Kişisel verilerin izinsiz kullanımı, insanların çevrimiçi gizliliklerini sorgulamalarına, duygusal güvensizlik duygularını yoğunlaştırmalarına neden oldu. Manipülasyon girişimleri, bireylerin kendi düşüncelerinin kontrol altında olup olmadığı konusunda endişelere yol açtı, bu da toplumun psikolojik dokusunu derinlemesine etkiledi. Güven kaybı, politik inançlarda değişiklik ve teknoloji şirketlerine karşı genel bir güvensizlik atmosferi, skandalın bıraktığı psikolojik tahribatın ana unsurlarını oluşturdu. Bu olayın etkilerinin sosyal medya düzeyinde kaldığını, toplumsal yaşama ve bireyin iç dünyasına yansımadığını düşünemeyiz bile.
Baudrillard, simülasyon ve gerçeklik arasındaki sınırların giderek belirsizleştiğini, sosyal
medya üzerinden iletilen bilgilerin ve imgelerin, gerçek dünyayla giderek daha az bağlantılı hale gelebileceğini ve insanların algılarını etkileyebileceğini savunmuştu. Daha da ileri gidersek, sosyal medya, sürekli olarak paylaşılan imgelerle dolup taşabilir, bu da bireylerin sürekli bir görsel bombardımana maruz kalmalarına ve gerçekle imge arasındaki ayrımın silikleşmesine yol açabilir. İnşa edilen sanal gerçeklik, toplumsal gerçeklik algısının köklü bir değişimine yol açabilir ve psikopatolojik sonuçları tedavi edilemez düzeye sürükleyebilir.
Yani insanın yeni somut dünyası, medya olarak adlandırdığımız bir hipergerçekliğe
dönüşebilir.
Tekrar edelim, insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlar önüne geçilebilir ve onarılabilir
durumda. Toplumun nereye gideceğine yönelik analitik çıkarımlar yapabilecek seviyede
teknolojik birikimimiz var. Sıkıntı, elimizdekini ne için kullandığımızdan geçiyor.
Şimdinin medyası, toplum lehine çevrilebilir. Etik ilkeler doğrultusunda, odağa kârın değil insanın alındığı yeni toplum medyası inşa edilebilir. Gereken tek şey; üretim sayesinde elde edilen çözümlerin, yine üretim üzerine kullanılması olacaktır.
Nasıl ki haberleşme hakkından vazgeçilmeyecekse, hayatlarımızı birer beğeni butonu olarak görmemizi sağlayan saptırmalardan kurtulmak da elimizde.
baudrillard gerçeklik medya psikoz simülasyon toplum tüketim
Last modified: Ocak 9, 2024