Etkileyici müzikleri, gizemli hikayesi ve yıldız oyuncu kadrosuyla dikkatleri üstüne çeken Denis Villeneuve’ün Dune: Çöl Gezegeni filmi, vizyona girdiği 2021 yılında, hem uyarlandığı romanın okuyucuları hem de sinema izleyicisi tarafından büyük ilgi görmüştü. Gişe geliri yapımcıların beklentilerini karşılamış olacak ki ilk filmin yayınlanmasının hemen ardından, 1 yıl gibi kısa bir sürede devam filminin yayınlanacağı açıklanmıştı. Geçtiğimiz yılın temmuz ayında başlayan SAG-AFTRA(Screen Actors Guild – American Federation of Television and Radio Artists) grevlerinin etkisiyle yayın tarihi ertelenen Dune: Çöl Gezegeni Bölüm 2, geçtiğimiz hafta vizyonda yerini aldı.
Bu yazıda Denis Villeneuve ve senaryo ekibinin, özellikle ikinci filmde, hikaye hakkında heyecanlandığım tüm ögeleri yırtar gibi çıkarıp yerine Marvelvari bayağılığı yama etmelerinden, Fremen halkının Çuf Çufcu Hoca tarikatına çevrilmesinden, popüler kültürde çizilmeye çalışılan kadın imajına uymaz, linç ediliriz diye, yarısı baştan sona değiştirilen, kalanı da tamamen hikayeden çıkarılan karakterler ve ilişki dinamiklerinden, özetle sütlaç beklerken protein tozlu yulafla karşılaşmışım gibi hissetmemden bahsetmek istemiyorum. Bunlar yerine Frank Herbert’ın eserlerinde özenle derlediği inanç ve iktidar kurgularından bahsedeceğim.
Arrakis gezegeninin engin ve esrarengiz çöllerinde geçen Dune, gezegenler arası yolculuğun imkanlı hale gelmesinden 22 bin yıl sonrasında yaşanan distopik bir gelecekte geçiyor.
Başkarakterimiz Paul Atreides, 10 bin yıllık imparatorluğun kurucu ailelerinden biri olan Atreides ailesinin veliahdı. Okyanuslarla çevrili Caladan gezegeninde yaşamakta olan Atreides ailesi bir gün İmparatordan gelen elçi heyetini ağırlar. İmparatorluk elçileri, Uzay Loncasının temsilcileri ve Bene Gesserit tarikatının bir rahibesinden oluşan bu heyet, çöllerle kaplı Arrakis gezegeninin yönetiminin Atreides ailesine verildiğini açıklar. Tebaasının iyiliğini gözeterek, adil ve akıllı liderliği ile ünlenen Leto Atreides, Padişah İmparator 4. Shadam Corrino tarafından iktidarına tehdit olarak görülmektedir. Bu kararla imparator Atreides ailesi ve yıllardır gezegenin yönetimini elinde bulunduran, şiddet ve gaddarlıkla hükmeden Harkonnen ailesi arasında savaşın sahnesini hazırlar.
Çöllerle kaplı Arrakis gezegeninin önemi kumların arasında yatan Melanj tozunda gizli. Gezegenin eşsiz ekolojisinde “doğal” olarak oluşan bu madde tüketenlere sağlık, sıhhat ve de uzun ömür vermekle beraber zihnin zamanla bağını etkileyerek çeşitli sanrılar görmesine sebep oluyor. İmparatorluk sosyetesinin en büyük keyif aracı ve bağımlılığı olmasının yanı sıra Melanj, galaktik ulaşımı tekelinde tutan Uzay Loncasının en büyük gereksinimi. Melanj sayesinde yapılan deneylerle Seyrüseferci olarak adlandırılan varlıklar yaratıyorlar. Varlıklar diyorum çünkü uzayın ve maddenin kozmik sorunları algılayabilmek adına yoğun Melanj buharıyla dolu tanklarda yaşayan Seyrüseferciler insani kişiliklerini kaybedip dünyevi tüm güdülerini yitirip deforme birer mahlukata dönüşüyor. Galaktik ulaşım için uzayı büken gemileri kullanan Seyrüseferciler edindikleri sezgilerle bilgisayar hesaplamalarına ihtiyaç duymuyor.
Dune evreninde bilgisayar yok çünkü yapay zekayı bir kere elinden kaçıran insanlık, hatasını 1200 sene süren savaş ve milyarlarca canla ödüyor. Savaşı kazanan komutanların kurduğu imparatorluğun ilk icraatı düşünen makinelerin yasaklanması oluyor.
10 bin yıldır aynı ailenin yönetimindeki imparatorlukta farklı işlevleri olan çeşitli yapılanmalar olsa da bunların en önemlisi yalnızca kadınlardan oluşan Bene Gesserit tarikatı. İktidarı ele almaktansa iktidar sahibini kontrol et şiarıyla, tarikatın yetiştirdiği rahibeler İmparatorluğun her köşesinde önemli noktalarda danışman olarak görev yapıyor. Melanj’ın da en iyisine ulaşan tarikat rahibeleri sıradan insanlardan çok daha yavaş yaşlanıyor, her rahibe birkaç ömür edecek hayat yaşıyor. Herhangi bir gezegende görevli rahibe, politik liderler değişse bile – ki genelde bu değişimler onların bilgisi ve isteği yönünde oluyor- gerek kitleler karşısındaki saygınlığını gerek yönetimdeki etkisini devam ettirebiliyorlar.
Tarikat öğretisinde aldıkları eğitim ve girdikleri mistik deneylerle vücutlarına ve zihinlerine tamamen hâkim hale gelen rahibeler kanamalarını durdurup kan dolaşımını düzenlemekten tutun telepatiye kadar nice güçlere sahip. Bu güçlerden en etkili olanı sesini mistik bir tonda çıkartarak karşısındakinin karşı koyamayacağı emirler verebiliyor. Bu yetenekte uzmanlaşanlar kitleleri baştan çıkaran vaazlar verebiliyor. Kimileri karşısındakinin yalan söyleyip söylemediğini anlamak üzere özelleşip İmparator’un ayaklı poligrafı olup “Doğrusöyleten” ünvalıyla iktidarın en iç çemberine dahil oluyor.
Yıllar süren eğitimin ardından büyük başarılar sergileyen Rahibeler, Rahibe Ana olabilmek için, Melanj’ın özel bir halini içerek kendilerini ölümün eşiğinde bir transa sokuyor. Bugüne kadar yaşamış tüm Rahibe Anaların ve genetik hafıza yoluyla tüm dişi atalarının tecrübe ve hatıralarını öğrendikleri bu ayinden ya binlerce yaşamın bilgeliğiyle uyanıyorlar ya da bu yükün altından kalkamayıp can veriyorlar. Bu zorlu sınavı atlatıp Rahibe Ana olanlar kafalarının içinde, sanki aklına gelen bir fikir gibi, ataları ve ondan önceki Rahibe Analarla sohbet edebiliyor.
Bene Gesserit öğretileri iktidara karşı zaafı olanlar tarafından kolektif ilerlemeyi sekteye uğratabileceği için çok az sayıdaki erkeğe sansürlenmiş seçkiler olarak öğretiliyor. Rahibe Analık deneyinden aklını kaybetmeden çıkabilen erkek denek olmuyor.
Peki bunca uğraş, fantastik güç, toplum mühendisliği ne için?
Rahibe Ana Gaius Helen Mohiam diyor ki: Elekten kum eler gibi, biz de insanları eleriz.
Soylu ve dikkate değer gördükleri tüm insanların genetik şifrelerini toplayan tarikat, hangilerinden daha verimli yavru alacağını hesaplayıp toplumsal güç sahibi olabilecek her bireyi denetiminden geçiriyor. Seçtiği kişileri türlü oyunlarla çiftleştiren tarikat binlerce sene süren öjeni macerasıyla Rahibe Analık sınavını geçebilecek o erkeği yaratmanın peşinde.
Kwisatz Haderach ismini verdikleri bu hormonlu Apollon avatarı sadece atalarının değil, tüm insanlığın hatırasına sahip olacak. Geçmişe sahip olduğu yetmezmiş gibi El-Müheymin olup, şu anda olmakta olan her şeyi sezip ve olası tüm gelecekleri öngörebiliyor olacak. Yaratma sürecinde oldukları Tanrı Kral’ın fikrini ellerinin değdiği her yere götürüyor, Misyoner rahibeler Missionaria Protectiva ismini verdikleri bu kültürel operasyonla her kültüre farklı şekillerle ilmek ilmek propagandasını işliyor. Hikayenin geçtiği Arrakis bunlardan biri.
Arrakis gezegenine binlerce yıl önce efendilerine isyan edip çaldıkları gemi ile firar eden köleler, uçsuz bucaksız çöller, dev kum solucanları, susuzluk ve Melanj arasında bir hayat kurmayı başarıp kendilerine Fremen ismini veriyor. Zen Budizm ve İslam’ın zamanla iç içe geçmesiyle ortaya çıkan Buddislamizm dinine inanan Fremenler, medeniyetten kaçıp çölün zorlu ve ilkel şartlarında yaşamayı tercih etseler bile Melanj’ın biricik kaynağı olan Arrakis’i imparatorluğun tamamına karşı savunmak zorunda kalıyorlar. Gerek yaşam şartları gerekse dış dünyanın işgalcileri karşısında iman, toplumsal bilinç ve her an tehdit altında olmanın keskinliğiyle hayata tutunan halk, her damla suyun hesabını yapıyor. Ölen her yurttaşın vücudundaki suyu dahi filtre edip Sietch ismini verdikleri yerleşim yerlerinde biriktiriyor. Gündelik hayatta bir litre suyu servet gören Fremenler, binlerce yıl sonucunda biriken milyonlarca tonluk mezarlıklarını, susuzluktan kırılsalar dahi kullanmıyorlar. Bir halkın hatırasını ve mücadelesini temsil eden mezarlıklar, Lisan al-Gaib ismindeki ana oğul peygamber ikilisinin gelişini bekliyor. Vakti geldiğinde ortaya çıkacak olan bu ikili, imanlıları çektikleri çileden kurtarıp, Arrakis’ i cennet bahçesine çevireceği vaadediliyor. Bir bakmışsın, Missionaria Protectiva.
Bene Gesserit rahibesi annesiyle Arrakis’e gelen Paul Atreides, torpilli olarak başladığı macerasında iktidar basamaklarını birer ikişer çıkarken gerek İmparator, gerek Bene Gesserit, zaman zaman da kendi planlarını saf dışı ederek yeni bir gelecek kurmayı hayal ediyor.
Alakasız bir fikir:
Bir dönem adından sıkça söz ettiren, 2018 yılında Netfilx’te yayınlanan Wild Wild Counrty belgeseliyle tekrar gündeme gelen Osho da aydınlanmayı Hindistan’da arayan hippiler arasında popülerlik kazanırken Budist, Hindu, Taocu, Sufi ve Hristiyan kaynaklardan derlediği söylemlerle, revizyonist sosyalist görüşlerini harman ediyordu.“Kapitalizm kaçınılmaz olarak sosyalizme varacaktır, savaşmaya hiç gerek yok, gelin sevişe sevişe aydınlanalım” diyen asıl adı Chandra Mohan Jain, kendine verdiği isimle Bhagwan Shree Rajneesh, bilinen adıyla Osho 70’li yıllarda müritleri ve getirdikleri dolarlar sayesinde giderek güçlenince, kendine yerel yönetim pastasından pay isteyip başarısız olmuş. 1980’de “sen CIA ajanısın” diyen bir genç tarafından suikast girişiminde bulunulmuş. Dikkatleri daha da üzerine çeken Osho ülkeyi terketmesi gerekirken, başına talih kuşu konmuş, 260 km2’lik arazi satın alıp tarikatıyla beraber Amerika’nın Oregon eyaletinde taşınmasına izin çıkmış. Taşındıktan sonra olanlar malum, ölümler, zehirlenmeler, kararan hayatlar.
Peki Osho’yu Amerika’ya getirenler, başlarına niye böyle bir belayı aldılar?
Acaba o kimseler Frank Herbert’i görseler, imzasını isterler mi?
barş narin baskasinema çöl dune frankherbert inanç osho
Last modified: Mart 10, 2024