Yazan: 12:43 am
Kategori: Edebiyat, Toplum & Hukuk

Tahmini okuma süresi: 5 dakika

Mina Urgan’ın Feminizmi Doğrultusunda Türkçe Edebiyatta Feminizmin Ayak İzleri

Toplumsal cinsiyet eşitliği sağlansa dahi sınıf eşitliği sağlanamamış olacak ve alt tabaka halka bir faydası olmayacaktır. Velhasıl feminizmin sosyalizme, sosyalizminse feminizme -sanıldığının aksine- çokça ihtiyacı vardır. Feminizm yalnızca kadınların değil erkeklerin özgürlüğünü de belli oranda düşünmektedir. Ataerkil toplum yapısı kadınların üzerine aşağılayıcı yükler yüklerken erkeklerin üzerine de Mina Urgan’ın bahsettiği, “sen ailenin babasısın, çoluğunu çocuğunu sen geçindireceksin” gibi yüceltici fakat duygusal ve psikolojik açıdan bir o kadar yıpratıcı yükler yüklemektedir. Fakat Urgan’ın kaçırdığı, ataerkinin kadınlara yüklediği sorunların yanında erkeklerin bu tip sorunlarının oldukça hafif kaldığı gerçeği. Bunun sebebinin de zaten yetiştiği, büyüdüğü çevre olduğunun bir hayli farkındadır Urgan.

mina urganın feminzmi

“Hem annemin ilerici görüşlerinden, hem anaerkil bir ailede yetişmem, hem de çocukluğumu ve gençliğimi kadınlara haksızca davranılmayan bir dönemde geçirmemden ötürü, feminist tanıdıklarımla hiç mi hiç anlaşamıyorduk. (Feminist derken, erkek düşmanı feministlerden söz etmiyorum. Tutumları bana çok korkunç geldiği için, öyleleriyle hiç ilişkim olmadı. Düşünün hele, insanların yarısı, ötesi yarısından nefret ediyor. Irkçılığın bundan daha beteri olamaz.) Ben normal feministlerden söz ediyorum, yani benim gibi çok istisnai koşullar altında yetişmeyen, benden çok daha genç olan arkadaşlarımdan. (Zaten, dikkat edilince, feminist çok enderdir benim kuşağımda.) Onlarkadınlar haksızlığa uğruyor’ diyorlar. Bense, ‘özel hayatımda da, meslek hayatımda da, kadın olduğum için bir haksızlığa uğramadım. 1960’ta yirmi yedi öğretim üyesinden oluşan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden sadece beş kişi Profesör olmama olumsuz oy vermişti ve bu red oylarını kadın olduğum için değil, solcu olduğum için vermişlerdi’ diyorum. Feministler, ‘kadının toplumda yeri yok’ diyorlar. Bense gerçek sosyalizmin bu duruma çare olacağına inanıyorum. ‘Yüksek sınıftan, eğitim görmüş kadınların toplumda pekâlâ yeri var. Doğru dürüst bir sosyal düzende, sınıflar arasında eşitlik kurulunca, bütün kadınlar haklarına kavuşacak’ diyorum. Onlar ‘kadınlar, erkeklerin egemenliği altında yaşamaya mahkûm’ diyorlar.  Bense, ‘ancak yoksul sınıfın kadınları, işçi kadınlar, köylü kadınlar, eğitim görmemiş kasabalı kadınlar erkeğin egemenliğine boyun eğmek zorunda’ diyorum. ‘Eğer ekonomik bağımsızlığı olan ya da çalışıp geçim parasını kazanabilecek durumda bir kadın, erkeklere boyun eğiyorsa, bu onun kendi kabahatidir’ diyorum. Onlar, ‘ama aileler ve toplum düzeni, varlıklı ve eğitim görmüş kadınları da erkeklerin egemenliğini kabul etmeye zorluyor; kadınlar daha küçükken şartlandırılıyor’ diyorlar. Bense, tam ters yönde, erkeklere de hiç kimselere de boyun eğmeyen bağımsız bir kadın olmaya şartlandırıldığım için, ‘şartlanmasınlar efendim! Eğitim görmüşler, akıllarını kullanıp şartlanmasınlar’ diyorum. Onlar ‘kadınlar eziliyor’ diyorlar. Ben, ‘böyle adaletsiz bir toplumda, böyle bozuk bir düzende kadınlar da ezilir, erkekler de’ diyorum. Hatta, erkeklere bir sorumluluk duygusu verildiği, ‘sen ailenin babasısın, çoluğunu çocuğunu sen geçindireceksin’ denildiği için, erkeklerin kadınlardan belki daha da çok ezildiğini söyleyince, feminist arkadaşlarım üstüme yürüyorlar, beni neredeyse dövecek hale geliyorlar.”*

Mina Urgan’ın anılarını derlediği Bir Dinozorun Anıları kitabının 121-122 sayfalarında bulunan bu kısımdaki feminizmlere dair bir şeyler yazmayı boynumun borcu gibi hissettim. 1915 doğumlu Mina Urgan Cumhuriyetin ilk dönemlerinde çocukluğunu geçirmiş ve burjuva geleneklerinden gelen, burjuva bir ailede yetişmiş bir genç kızdır. Mina Urgan’ın anıları hepimiz için çok kıymetlidir çünkü 20. Yüzyıl Türkiye’sinin neredeyse tamamından anekdotlar sunar bize. Bu yüzden bu kitabı okuması şahanedir. Fakat ki bu kısımda beni rahatsız eden birkaç bir şey olduğundan ve günümüzde artık solun her uçtan radikal unsurlarını bildiğimizden bu kısmı günümüz soluna anlatmak, bir nevi açıklamak gereği duydum.

Mina Urgan’ın 2000 yılında öldüğünü ele alırsak ülkedeki çoğu toplumsal olayla karşılaştığını görebiliriz, fakat günümüzde kadınların ve kuirlerin sorunlarının AKP iktidarıyla arttığını, yani köktendincilik ve şeriat naralarıyla birlikte bu hale sürüklendiğini ve daha beter bir rejime ön ayak olmak, sürüklenmek istendiğini anlamamak için kör olmak gerekir herhalde. Zaten kitabı bu kısma kadar okuyanların Mina Urgan’ın ataerki ve burjuvaziye ne büyük savaşlar açtığını görür. Fakat ki Cumhuriyet dönemi kadın aydınlarının feminizmi hep kendi içlerinde saklı oluyor. Örneğin, Nezihe Meriç öykülerinde hep kadınların gündelik ve bu bağlamda toplumsallaşan problemlerine değinirken söyleşilerinde, feminist bir unsur bulmak bir hayli zor.

Mina Urgan ile yakın dost olan Behice Boran’ın ise hayatında feminizmin izleri her daim gözükürken ve toplum nezdinde kabul görmeyen bir kadın kimliğine sahip birisi olmasına karşın hem çalışmalarında hem de siyasetinde kadının sorununu yalnızca sınıf sorununa indirgeyerek ele aldığını görürüz[1], açıkça feminizmden bahsettiğini göremeyiz. Behice Boran, Nezihe Meriç, Mina Urgan hiçbiri feminizmden habersiz değillerdi elbette. Nezihe Meriç, ki zaten eski dönem aydınları olarak sosyalizm ve diğer ideolojilerle 1950-60’tan sonra tanıştıklarını dile getirir. Çünkü ne yazık ki o döneme kadar Türkçeye kazandırılmamış çoğu Marksist ve feminist eser. Mina Urgan’ın bu yazıda bahsettiğiyse yine Behice Boran’ın yaptığı gibi kadının sorununu sınıf sorununa indirgemek. Ortada bir ataerkil yapı olduğunun, toplumun ataerkil olduğunun farkında ve buna karşı net bir cephe halinde olan Urgan burada zaten açıkça kendi yetişme şekliyle ve yaşantısıyla bu düşüncelerinin böyle şekillendiğini belli ediyor.

Mustafa Kemal’in kadınlara dair atılımları sonrasında Osmanlı döneminden kalan feminist hareket duraksamaya geçiyor ve Türkiye’de ancak 1970-80 sonrası bir daha o dönemki gücüne ve yükselişine ulaşabiliyor.[2] Diğer kadın yazarların eserlerinde ve yaşamlarında feminizmin hallerini bulmamız oldukça mümkündür fakat bu yazıda Mina Urgan üzerinden ilerlemek niyetindeyim. Günümüz feminizminin “agresif” bir yanı mevcut bu görülemeyecek bir şey değil, fakat aklı başında olan, bilgi sahibi birey bu “öfkenin” nedenini gayet idrak edebilir ve anlayışla sindirmelidir. Kadın cinayetlerinin, vahşetin, kadın düşmanlığının ve homofobinin bunca arttığı bir zamanda, öznenin hak savunularını yine özneden başkası yadırgayamaz; bu insanların mücadelesine bu şekilde belden altı ithamlarla saldırmaya çalışanlar da yine karşı oluşumlardır. Bunun yanı sıra sosyalist erkeklerimizin burada Mina Urgan’a katılacağını biliyorum çünkü işlerine geleceklerdir. Oysa feminist bir unsuru olmadıkça sosyalist devrimin genel tabaka olarak halkın işine yarasa dahi kadınların ve kuirlerin yine “eşit yurttaşlık” mücadeleleri tamamlanmış olmayacaktır. Fakat bununla beraber salt feminist bir devrim de bütün yurttaşları kapsayıcı bir devrim olmayacaktır.

Toplumsal cinsiyet eşitliği sağlansa dahi sınıf eşitliği sağlanamamış olacak ve alt tabaka halka bir faydası olmayacaktır. Velhasıl feminizmin sosyalizme, sosyalizminse feminizme -sanıldığının aksine- çokça ihtiyacı vardır. Feminizm yalnızca kadınların değil erkeklerin özgürlüğünü de belli oranda düşünmektedir. Ataerkil toplum yapısı kadınların üzerine aşağılayıcı yükler yüklerken erkeklerin üzerine de Mina Urgan’ın bahsettiği, “sen ailenin babasısın, çoluğunu çocuğunu sen geçindireceksin” gibi yüceltici fakat duygusal ve psikolojik açıdan bir o kadar yıpratıcı yükler yüklemektedir. Fakat Urgan’ın kaçırdığı, ataerkinin kadınlara yüklediği sorunların yanında erkeklerin bu tip sorunlarının oldukça hafif kaldığı gerçeğidir. Bunun sebebinin de zaten yetiştiği, büyüdüğü çevre olduğunun bir hayli farkındadır Urgan.

Nezihe Meriç gibi apolitik olmayan, olan bitenin bir hayli farkında olan fakat siyasetten uzak kalmak isteyen bir insan bile 12 Mart darbesinde tutsak bir hale düşüyor. Hasan Hüseyin’in bir şiirini dergisinde bütün baskılara rağmen yayımladığı için üstelik. Bu olaydan sonra siyasetle ilgilenmeye ve hikâyelerinde bireylerin gündelik veya kişisel sorunlarından ziyade bunu toplumsal olaylarla şekillendirmeye başlamıştır. 12 Mart ve 12 Eylül’ün edebiyatımıza da böyle yansımaları pek tabii olmuştur.

Leyla Erbil, Sevgi Soysal ve Tezer Özlü örneklerinde de görebileceğimiz gibi. Sevgi Soysal ve Leyla Erbil kadınların sorunlarını toplumsal bir bağlamda işleyebilirken, Tezer Özlü’nün eserlerinde daha içgüdüsel ve bireye dönük bir kadın perspektifi yarattığını görürüz. Sevgi Soysal mahpusluk döneminde Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu’nu yazmış, Yürümek kitabıyla kadın ile erkeğin çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerindeki toplumsal vurgunlara radikal bir dikkat çekmiştir. 12 Mart’la birlikte Yürümek romanı toplatılır ve Sevgi Soysal dört yıl kalacağı cezaevine gönderilir.

Leyla Erbil ise benzer bir sorgulamayı 12 Eylül’de yaşar, hayatının büyük bir dönemini örgütlü sol mücadele içerisinde geçiren Erbil’in bu yönü çok bilinmez. Edebiyatında da devrim yapmayı amaçlamış ve büyük oranda bunu başarmış birisidir. Yazım kurallarını değiştirmek mi dersin, yazarlar üzerine düzenlenen ödüllerin tamamını protesto etmek mi dersin, erkeklerin edebiyat anlayışına, eleştirilerine ve yazınlarına bizzat başkaldırıp yermesine mi dersin… Tezer Özlü ise yazınında ve hayatında bu kadınların arasında en çok psikolojik ve bireysel sorunlarıyla karşımıza çıkar. Fakat ki onun da protestan bir yönü mevcuttur, içindeki anarşiyi Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabındaki 57. Sayfadan başlayan bir çeşit manifesto olan başkaldırıdan anlayabiliyoruz.

Leyla Erbil ile mektuplaşmalarından da öğrendiğimiz kadarıyla (Kanlı 1 Mayıs diye bilinen) 1977 1 Mayıs’ına büyük bir coşkuyla katıldıktan sonra yazar arkadaşlarıyla oturdukları bir mekânın saldırıya uğramasıyla birlikte Tezer’in karamsarlığı artıyor ve bununla birlikte yurtdışında yaşama kararı alıyor. Bu karar belki de Tezer’in kendi hayatı için aldığı en doğru kararlardan biridir ama ona sürgün olmak ve İsviçre’nin sakin hayatının iyi gelmediği de mektuplarından belli oluyor. Velhasıl günümüz solunun hatta benim de katılmayacağım konular olsa da, aslına bakılırsa Urgan’ın dönemin en ilerici insanlarından olduğunu kabul etmemek toplumsal olana karşın bir çeşit yabancılaşmadır.

Virginia Woolf’un burjuva feminizm algısını ve yapısını eleştiren[3] Urgan’ın feminizmi bundan daha farklı olarak proletaryayla birleşmiş bir feminizmdir. Fakat burjuva geleneklerinin[4] izlerini de hâlâ içerisinde barındırdığından ötürü bunu salt bir sınıf sorununa indirger. Günümüz feminizmi bu bakış açısını aşmış bulunmaktadır.

* Metin kitaptan birebir alınmıştır, bu nedenle günümüz imla ve yazım kurallarına uymayan kısımları bulunmaktadır.

[1] Bkz: Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis, 2003. “Behice Boran: ‘Karar Verme Selahiyeti’ne Sahip Bir Kadın” isimli yazı.

[2] Bkz: Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis, 2003. “Kültürel Görecilik Çözüm Mü?” isimli makale.

[3] Bkz: Mina Urgan, Virginia Woolf, YKY, 1995. Syf. 48.

[4] Ancak bu geleneklerine rağmen burjuvaziye tam anlamıyla savaş açmış gerçek bir komünist dinozordur Mina Urgan. (İ.D.)

(Visited 356 times, 1 visits today)

Last modified: Şubat 4, 2024

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!