Yazan: 11:58 pm
Kategori: Felsefe, Toplum & Hukuk

Tahmini okuma süresi: 7 dakika

MÜCADELENİN SÜTUNLARINA DAİR

Toplumsal mücadelelerin iç içelik ve birliktelik ilişkisi mücadeleye hapsolmuş sınıfların bir niteliğidir, sorunların kendisinin değil. Toplumsal çelişkilerin diyalektik ilişkisi bir iç içelik
kursa da birliktelik her zaman olmayabilir. Bu kesişimler ve ayrımlar, günümüzde örgütlenme biçimlerimizi, eylem biçimlerimizi, kısacası mücadelemizin yapısını ve
metotlarını belirlerler.

Mücadelenin Sütunlarına Dair

Mücadelenin Sütunlarına Dair


Toplumsal sorunlarımızın özünde yatan çelişkiler; yoksulluk ve zenginlik arasındaki
derinleşen uçurum, ulusların birbirine üstünlük kurma eğilimleri ve cinsiyet üzerinden
yaratılan hiyerarşilerde görünür. Her birinin kendine özgü kaynakları, tarihsel kökenleri ve dinamikleri vardır; ancak hepsi sınıf mücadelesiyle “iç içelik” ve “birliktelik” kurar. Bu
bağlantılar, yalnızca ekonomik ya da gelir dağılımıyla ilgili sınıf ayrımlarının ötesine geçer; çünkü tarihin yalnızca ekonomik etkenler tarafından şekillendirilmediğini unutmamak gerekir. Bahsettiğim iç içelik ve birliktelik ilişkisi mücadeleye hapsolmuş sınıfların bir niteliğidir, sorunların kendisinin değil. Toplumsal çelişkilerin diyalektik ilişkisi bir iç içelik kursa da birliktelik her zaman olmayabilir. Bu kesişimler ve ayrımlar, günümüzde örgütlenme biçimlerimizi, eylem biçimlerimizi, kısacası mücadelemizin yapısını ve metotlarını belirlerler.


İşte bu nedenle, bu üç temel sütunun dinamiklerini incelemek, yüzeyde görünenin altındaki karmaşık ilişkileri ortaya çıkarmak, bana sorarsanız çok önemli. Düşüncenin güzergahındaki sapmalardan kaçınmak için “sütunları” bir ölçüde sınırlandırdığımı da şimdiden itiraf etmem gerek. Niyetim bu yazıda bahsettiğim “iç içelik” ve “birliktelik” ile nasıl bir ilişki betimlediğimi açabilmek. Kapitalizmin çelişkileri dolayısıyla ortaya çıkan ekolojik veya barış ve demokrasi gibi mücadele sütunlarını görece daha yeni ortaya çıkan dinamikler olarak farklı bir yazıda toplumsal mücadelelere bağlamak istiyorum. Bu tercih asla diğer mücadele alanlarını daha potansiyelsiz gördüğüm şeklinde anlaşılmamalıdır. Sadece konuya girişimin, tarihsel olarak mücadeleye hapsedilmiş kimselerin kesişimselliğinden başlaması gerektiğiyle ilgili bir yönelim.

Sosyal, Ulusal ve Ataerkil Mücadelelerin Kesişimleri

Tarih boyu süregelen toplumsal mücadelelerin karmaşık dokusunu, genel hatlarıyla yukarda bahsettiğimiz alanlarda inceleyebiliriz diye düşünüyorum: Zengin ile yoksul arasındaki uçurumu ele alan sosyal sorun, ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişkiye odaklanan ulusal sorun ve toplumsal cinsiyet dinamiklerini inceleyen ataerkil sorun. Bu meseleler kendi dinamiklerinde farklılık gösterse de, derin bir şekilde birbirine bağlıdır ve ortak bir iplikle örülmüştür: mücadeleye hapsedilmiş sınıfları kapsarlar. Tarihi şekillendiren güçleri gerçekten kavrayabilmek için yalnızca ekonomik sınıfların değil, aynı zamanda toplumsal, ulusal ve cinsiyet temelli sınıfların da tarihsel süreçte hayati roller oynadığını anlamak zorunludur.

Sosyal Sorun: Zengin ile Yoksul Arasındaki Uçurum


Zenginle yoksul arasındaki çatışmanın izi, insanlık tarihine işlenmiş derin bir yara gibidir; onu binlerce yılın gölgesinde, duraksamadan süreriz. Tarihte bu ayrım, köle ile efendi, serf ile derebeyi, işçi ile burjuva arasında sayısız kılıç darbesine, grev çığlığına, sınıf yükselişi arzusuna sahne olmuştur. Ancak, bu mücadeleyi yalnızca ekonomi merceğinden okumak, kavrayışımızı daraltır. Karşımızdaki sorun yalnızca gelir uçurumu değil; kaynaklara, fırsatlara ve en önemlisi iktidara ulaşma meselesidir – bu mesele ki, ırk, etnisite ve cinsiyet gibi toplumsal damarlarla örülmüştür.


Zenginlik ve yoksulluk yalnızca ekonomik birer etiket değildir; geniş toplumsal sistemin
farklı köşelerinde, siyasi ağırlık, kültürel birikim ve sosyal hareketlilik imkânı gibi açılardan bambaşka iki konumdur. Bu nedenle, sosyal sorun; ulusal, etnik ve cinsiyet eşitsizlikleriyle iç içe geçmiştir. Bugün sınıf mücadelesinin başarısı; ırk, toplumsal cinsiyet ve kültürel farklılıklar gibi her bir damarın bu ortak bedene kattığı güç ve mücadelenin özgün örüntülerinin anlaşılmasıyla gelecektir.


Zira ulusların içindeki kıyıcıl gruplar ve her çeşit sınıftan kadınlar ekstra katmanlı bir
sömürü ve baskı yaşarlar. Bu çok boyutluluk bile tek başına, ekonomik sınıfların diğer
toplumsal hiyerarşilerden ayrılamayacağını gösterir ve tüm sınıf mücadelelerinin aslında nasıl iç içe geçmiş olduğunu gözler önüne serer. Yani, zenginle yoksulun mücadelesi sadece parayla değil, güç dinamikleriyle, fırsatların dengesizliği ile ve hatta biraz da kadere karşı verilen bir kavgadır!


Karl Marx ve Friedrich Engels: Sınıf Mücadelesinin Mimarları


Marx ve Engels, sınıf mücadelesi analizinde başrolü oynayan figürlerdir; zaten bu yazıyı
okumaya eli gitmiş okuyucuların bunu bilmediğini düşünmem söz konusu olamaz ama
genel bir yazı etiğinden dolayı bir kaç cümle ile bildiğiniz şeyleri tekrarlamak durumundayım. Titiz bir şekilde sürdürdükleri yoğun çalışmalarında burjuvazi ile emeğini satmak zorunda kalan proletarya arasındaki amansız çatışmaya odaklanırlar. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, tüm toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylerken, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfla, hayatta kalmak için emeğini satmak zorunda olan işçi sınıfı arasındaki karşıtlığa vurgu yaparlar. Bu ekonomik mücadelenin, toplumların gelişimini anlamada kilit rol oynadığını savunurlar: “Feodal toplumun enkazlarından doğan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Eski sınıfların yerine, yeni sınıflar, yeni baskı koşulları ve yeni mücadele biçimleri yaratmıştır.” (Marx & Engels, 1848).


Marx’ın açtığı yolda ilerleyen İtalyan düşünür Antonio Gramsci, ekonomik odaklı analizin sınırlarını genişleterek kültürel hegemonya kavramını ortaya koymuştur. Amacım burada Marx’ın analizini yalnızca ekonomik bir boyuta indirgemek değil; yanlış anlaşılmak istemem. Fakat, dünya genelinde bu tür indirgemeci Marx okumalarının yaygın olduğunu biliyoruz. Tam da bu yüzden, konuyu farklı yazar ve teorisyenlerle genişletmek, düşünsel haritamızı zenginleştirmek adına daha yerinde geliyor bana. Gramsci, zengin ile yoksul arasındaki mücadelenin yalnızca malın değil, zihnin de alanında sürdüğünü gösterir. Egemen sınıf, gücünü yalnızca ekonomik araçlarla değil; kültürel ve ideolojik kurumlar üzerindeki hâkimiyetiyle de sağlamlaştırır, toplumsal hiyerarşileri pekiştirir ve sömürüyü olağanlaştırır.


Gramsci’nin bu analizi, klasik Marxist bakışı genişleterek şunu gözler önüne serer: Sosyal sorun, yalnızca maddi kaynaklar için bir çekişme değil; bu kaynakların dağıtımını haklı çıkaran kültürel ve ideolojik anlatılar üzerinde de bir mücadeledir. Mesele sadece ekmeğin kendisi değil; kimin pastayı dilimlediği, pastanın süslemelerini kimin seçtiğidir aynı zamanda dostlar.


Ulusal Sorun: Ezen ve Ezilen Milletler


İkinci sütun, ulusal sorunu, yani ezen ve ezilen milletler arasındaki güç dinamiklerini taşır önümüze. Bu mücadele çoğunlukla sömürgecilik, emperyalizm ve küresel kapitalizm bağlamında belirginleşir. Burada sınıf mücadelesi, bireylerin ekonomik geçimle olan ilişkilerini aşarak ulusal kimliklerin kolektif alanına taşınır. Ezen milletler, ezilen milletlerin kaynaklarını, emeklerini ve egemenliklerini sömürür; bu da, toplumlar içinde gördüğümüz ekonomik sömürünün bir yansıması olarak bağımlılık ve geri kalmışlık döngüsünü sürdürür. Ulusal sorun, böylece mücadeleye jeopolitik bir boyut ekler, onu yalnızca ekonomik sınıflar arasındaki bir savaş değil, aynı zamanda uluslar arasındaki bir güç mücadelesi olarak da çerçeveler.


Ulusal ve sosyal mücadelelerin birbiriyle olan iç içe geçmişliği, ekonomik eşitsizliklerin
ulusal baskılar tarafından nasıl derinleştirildiğiyle açıkça görülür. Örneğin, ezilen
milletlerdeki işçiler, baskıcı milletlerdeki meslektaşlarına kıyasla daha kötü koşullarda
çalışır ve daha düşük ücret alır; bu durum, küresel güç dengesizliklerinin bir ürünüdür.
Ayrıca, ulusal sorun ataerkillikle de kesişir; zira sömürgeci ve emperyalist uygulamalar, hem ezilen milletlerde hem de sömürgeci güçlerin kendi içlerinde kadın emeğini ve bedenini değersizleştiren cinsiyetçi hiyerarşileri dayatmıştır. Bu nedenle ulusal sorunu tek başına ele almak imkânsızdır; sosyal ve cinsiyet mücadeleleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş olup, her biri diğerini karmaşık şekillerde pekiştirir.


Marxist düşüncede ulusal soruna dair en etkili katkılardan biri Lenin’e aittir. Lenin,
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde, emperyalizmin, baskıcı
kapitalist güçlerin ezilen milletleri sömürmesi anlamına geldiğini ve bunun pazarları
genişletme, kaynakları sömürme ve kârı güvence altına alma ihtiyacıyla motive edildiğini çok net bir şekilde gösterir. Lenin, ulusal sorunun sonradan ortaya çıkan ikincil bir mesele olmadığını, küresel ölçekte kapitalist sömürünün temel bir parçası olduğunu ifade eder. Emperyalist milletlerin işçileri ile sömürgeleştirilmiş ülkelerin ezilen halkları arasında dayanışmanın zorunluluğunu vurgular: “Bir ulus başka bir ulusu ezemez; bu, o ulusun kendi özgürlüğünü de zedeler” (Lenin, 1917). “Yani, özgürlük kervanına katılmak istiyorsan, önce iğneyi kendine batır!


Lenin’in analizi, ulusal sorunun sınıf mücadelesiyle nasıl derin bir bağ içinde olduğunu
gözler önüne serer; ezilen milletlerin sömürüsü, kapitalist sömürünün ülke sınırlarını aşan bir uzantısıdır. Bu perspektif, Frantz Fanon tarafından daha da ileriye taşınmıştır.
Yeryüzünün Lanetlileri” adlı sarsıcı eserinde Fanon, sömürgeci baskıya karşı direnişin
aslında özünde bir sınıf mücadelesi olduğunu dile getirir. Sömürgeci düzen, ezen ulusun kapitalist sınıfını beslerken, sömürülen ulusun kaynaklarını kurutmak üzerine kuruludur. Fanon’a göre, ulusal kurtuluş hareketleri, içerideki sınıf çelişkilerini tanımalı ve bunlarla yüzleşmelidir; çünkü sömürge yönetimi devrildiğinde, işçi sınıfının sömürüsü kendiliğinden sona ermeyecektir. Yani, dışarıdaki sömürgeci zinciri kırmak, içerideki eşitsizlikleri göz ardı ederek olamaz; bilakis, uzun soluklu bir başka savaşın da başladığı anlamına gelir! Bu noktada, kurtuluş mücadelesinin yalnızca dışarıdaki düşmanla değil, içerideki “efendilerle” de hesaplaşmak zorunda olduğunu unutmamak gerekir.


Ataerkillik Sorunu: Cinsiyet Temelli Mücadeleler


Ataerkillik, kökleri tarihin en derinlerine kadar inen ve toplumların tüm damarlarına sızmış bir baskı sistemidir; yalnızca ekonomik ya da ulusal sınırlarla açıklanamaz. Erkekliğin kadınlar üzerinde kurduğu hâkimiyet, tarihin en eski, belki de ilk sınıf mücadelesi olarak karşımıza çıkar. Toplumsal örgütlenmenin ilk biçimlerinde dahi, cinsiyetler arası bir hiyerarşi, çalışma ve karar alma alanlarına yansımış; bu eşitsizlik zamanla toplumsal yapının bir parçası haline gelmiştir. Bu mücadele alanı bir çok düşünce ekseninde erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkiye dair ayrı bir mücadele olarak görülse de, ataerkillik ekonomik sömürü ve ulusal baskıyla iç içedir bu yüzden mücadeleleri de “birliktelik” kurmalıdır. Cinsiyet temelli sınıf mücadelesi, yalnızca erkeklerin diğer cinsiyetteki bireyleri ezmesi meselesi değildir; aynı zamanda cinsiyet rolleri ve beklentilerinin diğer sömürü biçimlerini durmaksızın pekiştirdiği karmaşık baskı dinamikleri meselesidir.


Ataerkillik sorunu, sosyal yeniden üretimin—bakım çalışmaları, ev içi emek ve diğer
görünmez emek faaliyetlerinin—genel ekonomik sistemi nasıl desteklediğini ortaya koyar. Kadın emeği, sık sık değersizleştirilen, görünmez kılınan ve başka bir çok şekilde
sömürülen bir emek biçimi olarak, işçi sınıfının yeniden üretimi ve dolayısıyla da kapitalist ekonominin işleyişi için elzemdir. Bu sömürü, ezilen uluslarda daha da derinleşir. Ataerkilliği bir sınıf mücadelesi biçimi olarak anlamak, cinsiyet ilişkilerinin de tarihsel süreci şekillendiren çatışma alanları olduğunu vurgular.


Alexandra Kollontay, Silvia Federici ve Claudia Jones gibi Marxist feminist teorisyenler,
ataerkillik sorununa dair çok önemli ve ufuk açıcı analizler sunmuşlardır. Bu teorisyenler, cinsiyet ilişkilerinin nasıl şekillendiğini ve sınıf dinamiklerine nasıl etkilerde bulunduğunu analiz etmişlerdir. İlk devrim hükümetinde bakan olmasına rağmen özgür aşk ve evlilik kurumu hakkındaki görüşleriyle Bolşeviklerin bile büyük kısmının nefretini kazanmış olan Kollontay, kadınların ezilmesinin sınıf mücadelesinden ayrılamayacağını savunur kitaplarında. “The Social Basis of the Woman Question” adlı eserinde, kadınların özgürlüğünün kapitalizme karşı verilen mücadeleyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtir; çünkü kapitalizm, kadın emeğini hem evin içinde hem de dışında sömürmektedir. (Kollontai, 1909).


Kartezyen özne ile sömürgeciliğin bağlantısını ustaca gösteren Parma’lı marksist feminist Silvia Federici, ilkel birikim üzerinden başlattığı analizini daha da derinleştirerek kapitalizmin kendini sürdürebilmek için kadınların karşılıksız yeniden üretim emeğine nasıl bağımlı olduğunu inceler. “Caliban ve Cadı” adlı eserinde, kapitalizmin yükselişinin, kadınların köleleştirilmesiyle temelde bağlantılı olduğunu gösterir. Kadınların karşılıksız ev içi emeklerinin, iş gücünün yeniden üretilmesinde hayati bir öneme sahip olduğunu vurgular. Federici, ataerkillik ve kapitalizmin el ele yürüdüğünü, cinsiyet temelli sömürünün ekonomik baskının temel taşlarından biri haline geldiği bir sistem yarattığını ifade eder: “Kadınların köleleştirilmesi ve yeni bir ataerkil düzenin inşası, kapitalist ilişkilerin gelişimi için gerekli koşullardı.” (Federici, 2004).


Yazılarıyla özellikle 20. yy ortası çığır açan KP liderlerinden Claudia Jones, kapitalizm,
emperyalizm ve ataerkillik altında siyah kadınların karşılaştığı çok boyutlu baskıyı
vurgulamıştır. “An End to the Neglect of the Problems of the Negro Woman” adlı
denemesinde, siyah kadınların ırk, sınıf ve cinsiyet baskısının kesişimindeki deneyimlerinin, daha geniş toplumsal mücadeleleri anlamak için anahtar olduğunu savunur. Ataerkilliğe karşı verilen mücadelenin, kapitalizm ve ırkçılığa karşı verilen mücadelelerle entegre edilmesi gerektiğini vurgular; zira bu baskı biçimleri birbirlerini karşılıklı olarak pekiştirmektedir.

MÜCADELENİN SÜTUNLARINA DAİR
Claudia Jones


Ekonomik İndirgemeciliğin Ötesinde


Sınıfı, bireyin gelir ve geçim ilişkileriyle basit bir meseleye indirgemek cazip gelebilir;
ancak bu dar tanım, kesişen baskıların gerçekliğini örtbas eder. Sosyal, ulusal ve cinsiyet mücadeleleri, çatışma içine tabiri caizse “hapsedilmiş” sınıfları içerir; her biri diğerlerini etkiler ve pekiştirir. O halde önemli olan, katı bir sınıf tanımından ziyade, farklı sınıfların— ekonomik, ulusal ve cinsiyet temelli—heterojenliklerini kabul ederek tarihi nasıl oluşturduklarına dair bütünsel bir anlayıştır. Her mücadele, diğerlerini bilgilendirir ve farklı baskı ve mücadele biçimlerinin iç içe geçtiği çok boyutlu ve “birliktelik” kuran çatışma alanları oluşturur. Bu bağlantıları tanımak, toplumsal mücadelelerin daha kapsamlı bir analizini sağlarken, farklı hareketler arasında dayanışmanın önemini de vurgular. Ancak bu mücadelelerin iç içe ve birlikte olan diyalektik ilişkilerini anlayarak sömürünün ve baskının köklerine ulaşabilir ve daha adil ve özgür bir dünya için çalışabiliriz.

(Visited 35 times, 1 visits today)

Last modified: Kasım 3, 2024

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!