Yazan: 2:38 am
Kategori: Felsefe

Tahmini okuma süresi: 3 dakika

Sevgi ve İlişkiler Üzerine

Sevginin kurucu yönünü çok net bir biçimde ortaya koyan, onu eksiklikler düzleminden kurtaran bir filozoftur Baruch Spinoza. Onun yapıtında ontoloji, etik ve politika ayrı düzlemler değillerdir. Nasıl yaşamak gerektiği sorununa odaklanarak tek bir gündelik yaşam düzleminde özgürleşme çabasına bağlanır her şey.

sevgi ve ilişkiler üzerine

Sevgi ve İlişkiler Üstüne Herkes öyle bir konuşur ki ilişkiler üstüne, şaşırırım kafalarındaki sınırlara ve eminlik derecelerine. Aslında biraz da imrenirim bir yandan onlara. Sınırlar birçok şeyi kolaylaştırır çünkü. İnsanlık sağ olsun her dönem tekrar yeniden tanımlayıp sınırlamaya çalışmış sevgiyi ve ilişkileri. Leubh, Liebe, Love, Eros, Agape, Ahab… İlk bakışta ne kadar birbirlerine benzeseler de bu kavramlar çoğunlukla hiç de eşanlamlı değillerdir. Şimdi benim bahsetmek istediğim bu kavramların tarihsel serüvenine girmek değil, üstüne bu kadar yazılıp çizilmiş bu konunun kavga verdiğim yanlarını ve sonrasında da içimi umutla dolduran bir düşünürünü merak edenlere aktarmak.

Batı felsefesinin ilişkilere bakışı nasıl şekillendirdiği tarihsel bir olgudur. Platon’un sevgi dininden, Descartes’in Cogito’suna ve genel olarak aydınlanma felsefesi ile gelişen modern batı felsefesinin neredeyse her köşesinde itinayla tasarlanmış modeller görmek mümkündür. Genel olarak fiziksellik ve onunla birlikte duygusallık, Platon ve Aristoteles gibi eski filozofların geleneğindeki aydınlanma felsefelerinde değersizleştirilmiştir. Bu kurmaca hiyerarşide aklın yükseltildiğini söylemeye bile gerek yoktur. Tabi şu da bir gerçek; aydınlanma felsefeleri batı Avrupa’da eşitlik ve özgürleşmeye yönelik çabaların temelini attı. Bu gerçekleşirken Descartes aşk ve romantizm anlayışında da modernite için bir temel attı: bireyselliği kendi içinde karar veren bir ego, âşık olan ve kendi kaderini tayin eden bir tarzda âşık olan ego. Bu kartezyen özneye bakınca şu noktayı yakalamamak elde değil: Descartes egonun, varlığından emin olamadığı bedenselliğine ve dış dünyanın bedenlerine antagonist olduğunu düşünüyordu. Kendisinden şüphe edilen dış dünya ve dış dünyadan özerk görünen egemen bir iç bilinç alanı… İşte bu noktada sözde aydınlatıcı eşitlik fikri acımasız bir çatlak oluşturdu. Thomas Hobbes ve Immanuel Kant gibi birçok aydınlanma filozofu Afrika halkları ve kültürleri ile ilgili, meşru sömürgecilik ve bu hiyerarşi bağlamında ırkçı teoriler yayınladılar. Özenle tasarlanan ve tekrar tekrar oluşturulan dünyanın binari algılanması burada da aynı mekanizmalarla ırklar üzerinde saptalamalarda kullanıldı. Beyaz olmayanların bedenleri medeniyetsiz ve mantıksız olarak damgalandı.

Bu süreçte Karl Marx da dahil olma üzere birçok filozof, özneleri sosyal çevrelerinden, özellikle onları çevreleyen mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak görülemeyeceğini söyleyerek bu idealist insan görüşüne karşı çıktılar. Aksine sosyal çevre özneyi toplumsal rolünde ve bilincinde üretir. Vücudun burada önemli bir rol oynadığına dikkatinizi çekmek isterim.

İşte bu çok yüzeysel ve aynı ölçüde kabaca üzerinden geçtiğim bu problematik düşüncelerle dokunan batı dünyasının stereotipik ilişki anlayışları ile kavgam var. Hiyerarşik, mononormatif, amatonormatif, yakınlık ve özerkliğin ilişki içinde ikilem olarak görüldüğü bu yapı ile kavgam var. Bana sorarsanız yapılacaklar da açık şeçik önümüzde duruyor. Ama tabi, böyle yazması kolay. Gel de başlat değişimi. Neyse ben iddiasız yazmaya özen gösterip kendi umudumdan bahsedeyim biraz da. Yazdıklarının yalnızca bir yönüne indirgeyemeyeceğimiz bir filozof olan Spinoza’dan biraz bahsetmek istiyorum siz değerli okuyanlara.

Sevginin kurucu yönünü çok net bir biçimde ortaya koyan, onu eksiklikler düzleminden kurtaran bir filozoftur Baruch Spinoza. Onun yapıtında ontoloji, etik ve politika ayrı düzlemler değillerdir. Nasıl yaşamak gerektiği sorununa odaklanarak tek bir gündelik yaşam düzleminde özgürleşme çabasına bağlanır her şey. Pek çok kez söylendiği gibi pratik bir felsefedir onunkisi. Onu bugüne taşımaktan ziyade, içinde bulunduğumuz kapitalist modernliğin ontolojisinden çok ötede olan bu filozofa bizim ne kadar yaklaşmayı başarabileceğimiz önemlidir.

Spinoza’ya göre arzu insanın bir tür özelliğinden ziyade insanın özüdür. İnsan olmak istemek demektir. Ethica’nın 3. kitabında “Duygulanışların kökeni ve doğası nedir?” başlığı altında Spinoza bunu anlatmaya çalışır bizlere. Bütün tartışılanlar günlük yaşamın içindedir. Bu bölümün 40. ve 41. önermeleri çok önemlidir.

  1. önerme: Bir başkasının kendisine kin beslediğini hayal eden ve onda hiçbir kin sebebi doğurmadığına inanan kimse, kendisi de bu başkasına karşı kin besleyecektir.
  2. önerme: Eğer biri bir başkası tarafından sevildiğini hayal ederse ve ona hiçbir sevgi nedeni vermiş olmadığına inanırsa ona karşılık o da onu sevecektir.

Buradaki paralellik de dikkat çekicidir. Zaten Spinoza duyguları üçe ayırır; arzu sevinç ve keder. Diğer her şeyi bunlardan türetir çok ikna edici bir şekilde. Sevginin bir sevinç olduğu açıktır. Çünkü sevdiğimizde varoluş gücünüz artış gösterir. Nefret de tam tersi bir etki oluşturur. Eylemde bulunma gücümüzü azaltır. Buradaki iki önerme bize çok önemli bir şey gösterir. Bir dış neden olgusu. Sevgi veya nefret için herhangi bir sebep verilmiş olmasına inanmaktan ya da inanmamaktan bahsedilir. Buradan meselenin içine dahil olan dış nedenler ve karşılaşmalardan kolayca topluma geçebiliriz. Çünkü bu dış nedenler üzerinden tanımlanan sevgi ve nefret yani sevinç ve keder yani iyi ve kötü kavramları geleneksel ahlakın dayandığı mutlak iyilik kötülük anlayışını geçersiz kılar. İyi ve kötü değişkendir ve belirli ilişkiler ile nitelenir. Bakış açımızı değiştirir Spinoza bu biçimde. Ahlak her ne şekilde olursa olsun normatiftir. Kesin sınırları ile iyi ve kötüyü, iyilik ve kötülük haline getirir. Spinozacı etik anlayışında ise etik, kişinin bizzat kendisini anlamasını ve yaratmasını sağlar. Etika da söz konusu olan iyi karşılaşmalar örgütlemek, kötü olanlardan elverdiğince uzakta kalmak ve eylem gücümüzü bu yolla olabilirdi olabildiğince arttırmaktır.

Bugünü düşündüğümüzde dostluk sevgisine dayanmayan bir dayanışmanın kurulamayacağı da aşikardır. Burada tabii ki George Simmel’in çok incelediği bireysellik sorunu karşımıza çıkar. Postmodernizm ile inanılmaz toksik boyutlara ulaşan liberal bireysellik; iletişim, iyilik bilme, uyum, öğrenme, bakım, organizasyon, dayanışma ve yumuşaklık temelli iyi karşılaşmalar örgütleyebilecek tüm kolektivist girişimlere zarar vermektedir. Ama onları da anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Spinoza’nın deyişiyle: “Önemli olan yargılamak değil anlamaktır ve anlamak sevmenin başlangıcıdır.”

(Visited 472 times, 1 visits today)

Last modified: Haziran 4, 2023

Kapat
error: İçerik Korunmaktadır / Content is protected !!